5 Ekim 2015 Pazartesi

BİZ, AŞAĞIDA İMZASI OLANLAR

Herkesin tuhaf bir huyu vardır mutlaka. Benim de var. Yorumlar çığırından çıktığında gülme krizine tutulmak gibi hoş olmayan bir özellik geliştirdim son yıllarda.

Mesela önemli bir devrimci şahsiyet tivitır hesabından şöyle bir söz paylaşıyor: “Sonunda halk kazanacak!” Çok güzel! Ya da şöyle bir söz: “Türkiye’nin sorunları ancak sosyalizmle çözülebilir.” Pekâlâ! Ya da mesela bir başkası, on yıllarca kımıldamadan ve kimseyi kımıldatmadan durduktan sonra, vahiy gelmiş gibi, “düzen içi seçenekler arasında günü kurtarma peşindeki anlayışlar”ı eleştiriyor.

Kimseyi rencide etmek istemem, fakat bu türden sözler, “Biz yılmayız, sonuna kadar mücadele ederiz” gibi sanal âlem beyanları ya da durduk yerde, “Biz zaten Syriza’yız!” gibi çıkışlar, benim mizah ihtiyacımı karşılıyor galiba. Aslında bunlar hep geçiş döneminin tuhaflıkları. Çok rahat geçen uzun bir dönemin ardından ansızın iç ve dış savaş olasılığı, sistemin iflası gibi durumlarla karşılaşan siyasetlerin intibak sorunu yaşamaları belki de normal bir durumdur. Göreceğiz. Ancak insanın analiz yoksunluğu nedeniyle zihnen hiç hazır olmadığı durumlarla karşılaştığında sergilediği davranışlar klasik komedyanın önemli bir unsurudur.

ARTIK KİMSE ÖLMESİN

24 Temmuz’dan bu yana, PKK’nin ve TSK’nin derhal “ellerini tetikten çekmeleri”ni (!) isteyen, “Biz, aşağıda imzası olanlar” tarzında kaç bildiri yazıldı, saymadım. Bunların ortak özelliği, yaşanmakta olan çatışmanın bölgesel dinamiklerini kavrayamamış olmaları ya da anlamazlıktan gelmeleri. Sanki sudan bir sebeple parlayıvermiş bir mahalle ya da aşiret kavgasından söz ediyorlar. Bir de sanki askeri çatışmaların mantığına yabancılar. Savaşan tarafların çatışmanın orta yerinde kendi aralarında anlaşarak “artık kimse ölmesin, analar ağlamasın” diye silah bırakabileceklerini sanıyor gibiler. Oysa büyük ya da küçük hiçbir savaş, taraflardan biri iradesini diğerine kabul ettirmedikçe, sona ermez; inişli çıkışlı da olsa netice alınana kadar sürer.

Mesela Rusya derin bir kuşatma altına alındığını (Baltık bölgesi, Karadeniz ve Kafkaslar’dan), bütün Ortadoğu ve Levant bölgesini ABD’ye kaptıracağını, dolayısıyla güneyden ve doğudan da kuşatılacağını anladığında bölgeye çıkarma yaptı ve ABD’yle Türkiye’nin üzerine titrediği ÖSO’yu, arada IŞİD’i de ihmal etmeden gümbür gümbür vurmaya başladı. Bu arada Çin uçak gemisi Lianing-CV-16 Süveyş Kanalı’ndan rahatça geçerek Tartus limanında belirdi. Denizaltı savar ve erken uyarı helikopterleri ile bin deniz piyadesinin de yolda olduğu bildiriliyor. ABD’nin ne yapacağı belli değil. Alttan alıyor. Siviller değil, NATO’nun Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı General Breedlove konuşuyor ve Rusya’nın Kırım’da yaptığını Akdeniz’in kuzeydoğusunda tekrarladığını, orada girilemeyen bir bölge (“balon”) oluşturduğunu söylüyor.

Mesela bu bir savaş halidir; taraflardan biri iradesini diğerine kabul ettirene kadar, daha doğrusu ABD bölgede dilediği her şeyi yapamayacağını anlayana kadar sürecektir. Biz buna son tahlilde elbette emperyalist paylaşım savaşı diyoruz. Fakat Türkiye’nin jeopolitiği ve ulusal çıkarları, taraf tutmayı, NATO’dan çıkarak Rusya’yla anlaşmayı gerektiriyor.

TARAFLARA EŞİT MESAFEDE

Rusya ile ABD’nin sadece PYD’yi destekleme noktasında birleştikleri bir ortamda, PKK’nin HDP’yi devre dışı bırakarak ya da hiçe sayarak çatışmayı yaymaya (Giresun’a kadar) ve tırmandırmaya çalışması, Türkiye açısından çok vahim bir durum yaratıyor. Kandil’in tam da şu sırada iç savaşı zorlaması rastlantı değil. Konuyu yakından izleyen uzmanlar Cerablus-Azez aralığının PYD tarafından her an kapatılabileceğini söylüyorlar.

Demek ki olay basit bir çatışma ya da Saray’ın seçim kazanmak için tezgâhladığı bir manevra olmanın çok ötesinde. On üç yıldır bölgeyi “stratejik derinlik” ütopyası yüzünden kavramayı başaramayan Saray, böyle bir manevrayı düşünmüş olsa bile şu anda ipin ucunu kaçırmış durumda ve kaçırdığı ucu ABD’nin bölge politikalarına sıkıca bağlamaktan başka bir seçeneğe sahip değil (bkz. Davutoğlu’nun BM toplantısındaki bütün konuşmaları, hal ve tavırları).

Böyle bir ortamda, “Biz, aşağıda imzası olanlar” diyerek çatışan bütün taraflara eşit mesafede (!) durmak ya da mesela devrimci bir bildiri yazarak, Doğu Akdeniz’de karşı karşıya gelen güçlerin derhal bölgeyi terk etmelerini istemek (!) biraz gülünç oluyor. An gelir, insan hiç istemese de kendisini bir savaşta taraf olarak bulabilir. Mesafeli olanlar da objektif olarak bir tarafa doğru sürüklenirler. Bu yüzden, Cenap Şahabettin benzetmesini göz ardı edemeyiz. Bence buradaki Cenap Şahabettin hali, “subjektif” (öznel) değil “objektif” (nesnel) bir durumdur.

Yavuz ALOGAN- Aydınlık/03.10.2015