27 Ekim 2015 Salı

Bizim Zamanımızdan Önce Bir Ülkede

   

   Çok uzun zaman önce adı Yugoslavya olan efsanevi bir ülke vardı. Bu ülkede her şeyden biraz bulunurdu: Alplerden bir tepe, kayak yapılabilen Karadağ, mayıstan ekime kadar insanı yüzmeye davet eden Adriyatik kumsalları, Ohri gölünün yeşil sahilleri ve Belgrad, Zagrep ve Ljubljana gibi insanı çarpan şehirler.

  Yıllar boyu sosyalizm ile serbest piyasanın bir karışımı olan bir üçüncü yol, ülkenin politikasına hakim olmuştu. Devlet üretim planları yapıp finans sektörünü kontrol ederken, işçiler kendi işletmelerinde bir çeşit özyönetim modelini uyguluyorlardı. Örneğin işçiler fabrika müdürlerini kendi oylarıyla seçebiliyorlardı. Sağlam bir orta sınıf ve bağımsız çiftçiler gelişirlerken, Akdeniz’e has tutku ve Doğu’dan miras alınan ticaret geleneği, insanı her zaman ön planda tutan sistemi ayakta tutuyordu. “Nema problema” Balkanlar’da her zaman duyulan bir düstur haline dönüşmüştü ve bu sürekli rekabet ortamının hakim olduğu ve bireylerin isteklerine odaklanmış olan diğer sisteme göre sosyalizmde halkın temel ihtiyaçlarının daha iyi karşılanmasına yardımcı oluyordu. Karl Marx ve Coca Cola, parti okulları ve diskotekler, Sliwowitz (Sırbistan’ın milli içkisi kabul edilen erik rakısı) ve viski hep bir arada bulunmaktaydı. Herkes nereye seyahat etmek istiyorsa gitmekte ve ne hoşuna gidiyorsa okumakta özgürdü. Yugoslavya, İsveç ve Macaristan’ın bir karışımıydı; Batı’nın sosyalist ülkesi, Doğu’nun eğlenceli kulübesi.

  Bu ülkede yaşayan insanlar da değişik malzemelerin bir araya gelmesinden oluşmuş mutlu bir karışımdı. Melankolik Ruslar gibi ağlayabiliyor, neşeli İtalyanlar gibi gülüyorlar ve arada da çokça çalışıyorlardı. Bu arada Balkanlar’da yaşayan halklar birbirinin aynı olmaktan da oldukça uzaktılar. Tarih, Balkan halklarını birbirinin karşısına defalarca çıkarmıştı: Önce Batı Roma ve Doğu Roma arasındaki sınır bu bölgeden geçti, daha sonra Habsburg yönetimindeki Hıristiyanlar ve topraklarını genişleten Osmanlılar arasındaki savaşlar burada yoğunlaştı. II.Dünya Savaşı’nda Almanlar bu çatışma noktalarını araçsallaştırarak Ortodoks Sırplara ve Yahudilere karşı Katolik Hırvatlar ve Müslüman Boşnaklarla ittifak yaptılar.

  Tabii ki geçmişte dökülen kanlar ve çekilen acılar sonraki kuşakların kalplerinde ve beyinlerinde hala yaşıyor, ama bu olaylara dair anılar gittikçe silikleşiyor. Aynı Almanların ve Fransızların tam olarak anılardan silinmeyen ama iyileşmeye yüz tutan yaraları gibi. Balkanlar’daki bu hafıza kaybının nedeni ile Batı Avrupa’daki hafıza kaybının nedenleri aynıydı: Almanlar ve Fransızlar 1945’ten sonra başarılı bir şekilde beraber yaşayabilecekleri bir ev olan Avrupa Topluluğu’nu oluşturdular ve buna benzer biçimde Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Boşnaklar ve Makedonlar beraber yaşayabilecekleri Yugoslavya’yı kurdular. Ancak haklı nedenlerle bu karşılaştırmayı biraz daha ileri götürüp şunu söyleyebiliriz: Almanların ve Fransızların bugüne kadar ulaşmayı denedikleri her şey Yugoslavya’da hayata geçirilmişti; hangi dinden veya etnik kökenden gelirlerse gelsinler tüm insanlar eşitti ve üç büyük din, altı büyük halk ve sayısız azınlık grubundan oluşan bir devlette herkes kendi dilini kullanmakta ve kültürünü yaşatmakta özgürdü.

   Partizanlarıyla Yugoslavya’yı Nazi işgalinden kurtaran ve sonrasında ülkeyi yaklaşık kırk yıl boyunca iyi yürekli bir monark olarak yöneten Tito, diğer monarklar gibi çok sayıda hata yaptı. Tito’nun yaptığı hatalar içinde en büyüğünün, başlarda maliyetinin çok ucuz  olduğu düşünülen Batı’dan alınan krediler olduğu söylenebilir. 1970’li yılların sonunda ABD faizleri dramatik bir biçimde yükselttiğinde diğer ülkeler gibi Yugoslavya da zor duruma düştü. Borç ödemeleri nedeniyle halkın hayat standardı önemli ölçüde azaldı, işsizlik arttı ve Yugoslavya para birimi Dinar değer kaybetti. Dünyanın her yerinde ekonomik krizler için günah keçileri aranır ve demagoglar için suçlu, tabii ki her zaman kendilerinden mümkün olduğunca çabuk uzaklaştırılması gereken “diğerleridir”. Aynı şey Yugoslavya’da da oldu. Daha önceleri bugün birisinin gelip Bavyera Eyaleti’nin Almanya’dan ayrılması gerektiğini söylemesi ya da Württemberg Krallığı’nın yeniden kurulmasını istemesiyle eşdeğer görülen bağımsız Slovenya ve yeni bir Hırvat devleti fantezileri ortaya çıktı. Ancak demagoglar Batı’dan ve özellikle Bonn’dan büyük destek gördüler ve 80’li yılların sonunda iyice arsızlaştılar. Belgrad’daki yönetimin hataları bu kundakçıları güçlendirdi.


  Bosna’da geçmişte yaşayan bazı insanlar, İslam’ın parlak – Müslümanların ayrıcalıklı yönetici sınıf olarak Hıristiyanları yönettiği – zamanlarının yeniden doğuşunun hayali içindeydiler. Ancak bu köktendincilerin hiçbir şansı yoktu, çünkü Saraybosna Tahran değildi. Bosnalı Müslümanların çoğu hem Rakija’nın hem de Türk kahvesinin (Turska Kafa) tadını çıkaran mutlu Balkanlılardı. Erkekler uzun sakaldan nefret ederlerken, kadınlar Tito tarafından yasaklanan çarşaf için gözyaşı dökmüyorlardı ve birbirlerini eskimiş “merhaba” ile değil “dobar dan” (Sırpça “iyi günler”) ile selamlıyorlardı. Bundan da öte büyük şehirlerde halklar arasında çapraz evlilikler yapılıyor ve nüfus sayımlarında birçok Müslüman kendisi “Yugoslav” olarak kaydettiriyordu. Dış destek olmaksızın köktendincilerin bu ülkede iktidarı ele geçirmesi imkansızdı. Bu dış yardım sayesinde çok kültürlü bir cennet, halkların hapishanesi haline geldi ve sonunda köktendincilerin beşiği haline dönüştü. Burada daha sonra New York’a ve Madrid’e korku salacak terörizmin çocukları yetiştirildi.

Jürgen ELSASSER (Batılı Gizli Servislerden IŞİD'e Giden Yol)