Çin Halk Cumhuriyeti, uzun zamandır ilk kez nükleer bir hamle yaparak Çin topraklarını Rus uzakdoğusundan ayıran Amur (Kara Ejder) Nehri’nin kıyısına Kıtalararası Balistik Füze Sistemi (üç adet Dongfeng-41 balistik füze tugayı) yerleştirdi.
Obama döneminde yenilenen ABD savunma doktrininin ağırlık merkezi Asya-Pasifik bölgesiydi. Resmi belgede Çin “stratejik amaçları belirsiz” ülke olarak tanımlanıyordu. Çin bu sözlü saldırıya elbette cevap verdi ancak profili her zaman düşük tuttu ve en önemlisi nükleer güç dağılımını etkileyecek bir adım atmadı.
Görgüsüz Amerikan maçosu Trump, göreve geldiği anda Çin’i tehdit etti: “Çin’le birçok konuda, mesela ticaret konusunda anlaşmaya varamadığımız sürece ABD’nin tek Çin politikasına neden bağlı kalması gerektiğini anlamıyorum” (DW, 12.12.16). Çin’e en hassas olduğu konuda saldırmış, ateşe benzin dökmüştü.
Çin bu kaba saldırı karşısında geleneksel diplomatik zarafetini bozmadı. Global Times’ta yer alan “Muhafazakârların ‘gelişmemiş’ Trump’ı manipüle etmelerini önleyin” (12.12.16) başlıklı bir analizle anında karşılık verdi. Analizde, doğrudan değil de bir Çinli profesörün ağzından, “Diplomasi alanında Trump henüz gelişmemiş olduğu için ona ciddi sorunların ne olduğunu göstermemiz ve kendisine baskı yapmamız gerekir,” deniyordu.
Tekrar Amur Nehri kıyısına dönecek olursak, balistik füze sisteminin Rus-Çin sınırına yerleştirilmesi ilk anda bütün dünyada şaşkınlık yarattı. Kremlin Sözcüsü Dimitriy Peskov, bu gelişmenin Moskova’da bir tehdit olarak algılanmadığını açıkladı (Sputnik, 24.01.17). Fakat aynı haberin içinde -ve tuhaf biçimde- Rusya’nın Federasyon Konseyi Savunma ve Güvenlik Komitesi Başkan Yardımcısı Frants Klintseviç’in sözleri de yer alıyordu. Klintseviç, “Rusya’nın Çin’in eylemlerini görmezden gelmeyeceğini ve Uzak Doğu bölgesindeki füze savunma grubunu güçlendireceğini; Çin’e elbette yanıt verileceğini” söylemişti (agy).
Her şey çok karışık. Bunları okudukça şahsen benim kafam “karışık turşu bidonu” ya da “aşure kazanı” gibi oluyor; her şeyi anlamış ve berrak biçimde kavramış gibi yapamıyorum.
Bir başka haber kaynağına göre, Amerikalı uzmanlar haritayı inceliyorlar ve füzelerin yerleştirildiği Çin’in Heilongjiang bölgesinin en kuzey ucunun ABD’ye füze saldırısı için “ideal bir yer” olduğunu saptıyorlar. Üstelik bu bölge ABD’nin güney Kore’ye yerleştirdiği THAAD’ın (Bölgesel Yüksek İrtifa Hava Savunması) menzili dışında kalıyor (Fort Russ, 25.01.17). Çin’in stratejik karasal derinliğini nükleer kapasitesiyle birleştirdiğini söyleyebiliriz.
Resmen 1960’lara döndük. Nükleer savaş senaryoları konuşuluyor. Soru aynı: ilk vuruşu kim yapacak? ABD, kıtalararası balistik füzeleriyle Rusya’nın Kaliningrad ve Kamçatka’daki füze sistemlerini hedef alırken, Pasifik’te sıkışan Çin yeni bir füze mevzilendirmesiyle silahın namlusunu ABD’nin şakağına dayamış olabilir.
Aslında her şey olabilir. 1980’lerde Ronald Reagan “Yıldız Savaşları” palavrasıyla, başta zavallı Gorbaçev olmak üzere bütün dünyayı nasıl kandırmıştı? Daha sonra bunun bir blöf olduğu, uzaya aynalar yerleştirip lazer ışınlarıyla saldırı halindeki nükleer füzelerin yolunu kesmenin mümkün olmadığı anlaşılmış, fakat Ruslar için iş işten geçmişti. Bu sefer durum daha ciddi ve herkes uyanık.
Bizim gibi ülkeler bu süper güçlerin bir an önce nükleer dehşet dengesine kavuşup rahatlamalarını dilemekten başka ne yapabilir? İlk vuruşu her iki tarafın da yapabileceği, dolayısıyla hiçbir tarafın yapamayacağı bir nükleer “dehşet dengesi” insanlık için mükemmeldir. Tıpkı Soğuk Savaş dönemindeki gibi… Emperyalistlerin nükleer silahsızlanma girişimleri, bütün o SALT anlaşmaları vs fiyaskoyla sonuçlandı. Nükleer silahlanmanın ancak dünyanın bütün ezilen mazlum halklarının devrimci mücadelesi ve müdahalesiyle durdurulabileceği anlaşıldı. Bütün mesele bu müdahalenin ne zaman yapılacağıdır: yeni Hiroşimalardan önce mi, sonra mı?
Yavuz ALOGAN
Aydınlık/31.01.2017