2. Dünya savaşı, sonuçları itibariyle ABD’nin dünya hakimiyeti çabalarının gözle görülen ilk ve büyük atılımını yapmasını sağladı. ABD, 2.Dünya savaşından zarar görmeyen ve bu savaştan en karlı çıkan ülkeydi. ABD için 1945 yılı bir milattı. 1. Dünya savaşından emperyalist batı bloğunun lider ülkesi İngiltere, sarsılarak ve güç kaybederek çıktı. Keza aynı süreçte İrlanda bağımsızlığını kazanarak(1922), İngiltere’den ayrıldı. Tabi, İngiltere’nin bir diğer dünya savaşına kadar eski gücünü toparlama olanağı oluşmadı. Artık batının şefi ABD’ydi. ABD’de, 2. Dünya savaşı sonrası süreçte dünyanın sosyalist olmayan bölgelerinde hakimiyet kurma mücadelesine girişti.
Türkiye’nin batı kampına “dahil” edilmesi de, 2. Dünya savaşının bitimiyle gerçekleşti. ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rol “ileri karakol” olmaktı. Türkiye, Sovyetler Birliği(SB)’nin güney komşusuydu. Türkiye’nin jeopolitik konumu ABD’nin Batı Asya’yı kontrolü ve SB’yi çevrelemesi için olmazsa olmazdı. ABD, 1945’ten itibaren Türkiye’yi kendi emperyalist ihtiyaçlarına göre biçimlendirdi. Türkiye’deki siyasal iktidarlar ise bu biçimlenmeye “güle oynaya” razı oldu. Siyasetten orduya, ordudan emniyete, emniyetten istihbaratta, istihbarattan eğitime uzanan bir “dizayn” operasyonu yapıldı. Zira; Türkiye, “Küçük Amerika” olacaktı.
***
İngiltere 1945’ten 1948’e kadar Avrupa’nın muhtelif yerlerinde yaşayan ve faşizmden en fazla etkilenmiş etnisite olan Yahudiler adına, 3 yıl boyunca Filistin’den toprak satın aldı. Ardından İsrail devleti 1948’de resmen kuruldu. İsrail, batının koruması altındaydı ve Ortadoğu’da batının daimi karakolu olacaktı.
Emperyalist sermayenin dünyayı kuşatmasının önündeki en büyük engel SB’ydi. Diğer engel ise milli devletlerdi. Ortadoğu’da çok sayıda milli devlet(Suriye ve Irak’ta Arap milliyetçiliği/Baasçılık, Mısır’da Nasırcılık) vardı, bu milli devletler özellikle 1945 sonrası oluşmuşlardı. Bölgedeki milli devletler sosyalist dünyanın da doğal müttefikleriydi. Türkiye her ne kadar ABD’nin güdümündeki iktidarlarca yönetilse de en nihayetinde milli bir devletti. 1990’a kadar SB’nin varlığı ya da diğer bir ifadeyle dünyanın iki kutuplu olması sayesinde, ABD, Ortadoğu’daki milli devletlere açıkça müdahale edemedi. Kısacası; her ne kadar müdahaleci bir karaktere bürünse de SB’nin varlığı, ABD’nin bölgesel planlarının ve milli devletlere müdahalesinin önünde bir engel teşkil ediyordu.
ABD’nin Ortadoğu’yu tam kontrolü için Türkiye’deki işbirlikçi hükümetler ve bölgedeki İsrail devletinin varlığı yetersiz kalıyordu. ABD, bölgedeki nüfuzunu daha da artırmalıydı. 1945 sonrasında bölgenin kontrolü için stratejik bir plan çizdi. Belirlenen stratejiye göre; Kürtlerin bölgedeki uluslaşmamaları ya da uluslaşma hamleleri kontrol altına alınmalıydı. Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletlerinin sınırları içinde yaşayan Kürtlerin uluslaşma mücadelesi desteklenecek ve bu mücadele sonucu bölgede bir kukla Kürt devleti kurulacaktı. Bu devlet bölgede 2.İsrail olacaktı.
ABD açısından 2.İsrail planı, 1990’da SB’nin dağılma sürecine girmesiyle hayata geçme olanağı buldu. ABD artık dünyanın “efendisiydi”. En büyük rakibi dağılmıştı. Dünya hakimiyeti için stratejik olarak kritik önemde olan Ortadoğu’ya müdahale etme zamanı gelmişti. Bu dönemde ABD, 1.Körfez savaşıyla Irak’ı işgal etti. Irak’ı üçe böldü. Irak’ın kuzeyinde 2.İsrail planının ilk aşamasını gerçekleştirdi ve kukla Kürt devletinin ya da 2.İsrail’in inşasına başladı.
ABD stratejik hedeflerine ulaşmak için 2000’lerin başında yeni bir aşamaya geçti. ABD; Batı Asya ve Afrika’ya hakim olmak için ilk ismi Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) olan ve sonradan ismi Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi olarak değiştirilen planı devreye soktu. BOP’a göre Ortadoğu’da ya da Batı Asya’da 24 Müslüman ülkenin haritası değişecekti. ABD’de bu amaçla 2003’te Irak’ı 2.kez işgal etti. ABD, 2.Irak işgali sonucu 1,5 milyon Iraklıyı katletti ve bölgede büyük bir prestij kaybına uğradı. Bush dönemindeki doğrudan savaş yöntemini, Obama döneminde terk etmek durumunda kaldı. Obama döneminde doğrudan işgal yöntemi yerine, bölge ülkelerinde iç karışıklık yaratma yöntemleri kullanıldı. 2011’den başlayarak Suriye’de iç savaş çıkarıldı. Suriye’deki hedefte; Suriye’nin kuzeyini bölüp, sözde Kürt devletinin ya da 2.İsrail’in Akdeniz’e açılmasını sağlamaktı. Tabi bununla birlikte ABD’ye tam uyumlu bir “Şam yönetimi” isteniyordu. Keza 2011 yılında Kaddafi öncülüğündeki Libya, ABD öncülüğündeki NATO tarafından yıkıldı. Sonuç olarak; Obama döneminde de ABD istediğini elde edemedi. Türkiye’nin kuzeyindeki ve Suriye’nin güneyindeki “Kürt” koridoru TSK tarafından dağıtıldı ve denetim altına alındı.
Seçim öncesi “bizim Ortadoğu’da ne işimiz var” ve “NATO gereksizdir” diye çıkışlar yapan ABD’nin yeni başkanı Trump, bugün seçimlerdeki vaatlerinin tam aksine davranıyor. Trump ile birlikte ABD askeri yeniden bölgeye, Suriye’ye geliyor. Trump yönetiminin istemiyle NATO konvansiyonel(doğrudan) savaşa hazır hale getiriliyor.
***
ABD, AKP’yi bir savaş hükümeti olarak, 2003 Irak işgali öncesi bölgede Türkiye’deki varlığını güçlendirmek için destekledi ve AKP’nin Türkiye’de hükümet olmasını sağladı. Erdoğan 2012’ye kadar ABD’nin BOP’unun eşbaşkanlığı görevini icra etti. 2012’ye gelindiğinde ise AKP, ABD’nin bölgesel çıkarları açısından işlevsiz ve hatta engelleyici bir unsura dönüşmüştü. Zira Erdoğan, ABD’ye göre haddinden fazla güçlenmişti ve Erdoğan AKP’si bölgede “oynak” bir dış politika izliyordu. ABD, Suriye’deki başarısızlığını da Türkiye’nin üzerine yıkmayı planlıyordu. AKP hükümeti; ABD ile “müttefiklik” ilişkisini sürdürürken bir yandan da Çin, Rusya ve İran’la ilişki kuruluyordu. ABD; Erdoğan’ı bu süreçte, deyim yerindeyse “çizdi”. ABD bölgedeki nihai hedefi olan 2. İsrail planı için harekete geçti. 2. İsrail, Türkiye’nin güneyini, Irak ve Suriye’nin ise kuzeyini bölüp, kukla bir “Kürdistan” kurmakla mümkündü. ABD, 70 yıllık “ileri karakolu” Türkiye’den 2. İsrail’in kurulması için vazgeçti. ABD bölgede, Türkiye’deki hükümet yerine, PKK/PYD ve Fethullah Gülen cemaatini esas aldı.
***
AKP iktidarı ve Erdoğan son 1 ay boyunca Trump’un başkanlık koltuğuna oturmasını bekledi ve Trump o koltuğa oturdu. ABD’nin 15 Temmuz’daki darbe yanlısı ve PKK’yı “kara gücüm” diye tanımlayıp destekleyen tutumları unutulmuşçasına, iktidar ve Erdoğan, Trump yönetimine büyük umutlar bağladı.
Trump, Erdoğan’la “42 dakikalık” telefon görüşmesi yaptı ve ardından yeni CIA başkanını ilk iş Erdoğan’la görüşmek üzere Türkiye’ye gönderdi. Diplomaside yeri olmayan bir şekilde CIA başkanı ile Cumhurbaşkanı görüştü. Görüşmede Erdoğan, Obama dönemindeki talepleri yineledi, Gülen’in iadesini ve PYD’ye desteğin kesilmesini istedi.
Görünen o ki; AKP iktidarı Trump’la birlikte Türkiye-ABD ilişkilerinin yeniden eski haline, “müttefiklik” ilişkisine döneceğini hayal ediyor ve bunun için belli tavizlere de hazır olduğunun sinyalini veriyor.
Bu durumu, AKP’nin gayrı resmi sözcüsü olarak da bilinen gazeteci Abdülkadir Selvi, 7 Şubat’taki köşesinde en özlü şekilde ifade etti: "ABD’nin PKK-YPG’ye açık desteği dengeleri altüst etti.’
‘Trump yönetiminin Suriye yaklaşımı Türkiye’nin tezlerine yakın.’
Biri sahadaki fiili durumu, diğeri Ankara’daki beklentiyi yansıtıyor.”(7 Şubat 2017, Hürriyet)
Peki, AKP’nin bu hayalinin bir gerçekliği var mı? Ya da soruyu daha yalın hale getirerek soracak olursak; ABD’nin stratejik hedefleri ABD başkanları değiştikçe değişir mi? ABD; dün, dünyaya hakim olmak için, bugünse kendi içindeki krizi aşmak için zorunlu olarak gördüğü ve yarım asrı aşkın önce belirlediği stratejisi 2.İsrail planından vazgeçer mi?
Bilinenleri tekrar ifade edelim.
Bir: Fetullah Gülen cemaati yarım asırdır CIA tarafından yönetildi ve bunu Erdoğan AKP’si de iyi biliyor.
İki: PKK, 1990’dan beri aşamalı olarak ABD denetimine girdi ve bugün açısından PKK, varlığını ABD’nin bölgedeki varlığına bağlamış durumda.
ABD gibi emperyalist batı bloğunu yarım asrı aşkındır yöneten bir devlet örgütlenmesi, başkanlarına göre strateji belirlemez. ABD stratejik hedeflerine giden yolda geçici taktiksel geri çekilme yollarına başvursa da, en nihayetinde stratejisinden vazgeçmez. ABD; Truman zamanında da, Nikson zamanında da, baba-oğul Bush zamanlarında da, siyahi Obama zamanında da emperyalistti ve şimdi Trump zamanında da emperyalisttir. Kısacası; ABD’yi emperyalist yapan iktisadi ve politik esaslar ortadan kalmadığı sürece ABD emperyalist kalacaktır.
Emperyalistlerin yarım asrı aşan stratejik hedeflerine karşı, emperyalistlerle “taktiksel” anlamda uzlaşarak başa çıkılamaz. Elbette Obama ve Trump kişisel anlamda farklı melekeleri olan insanlardır. Ancak bu farklılık Amerikan tekellerinin ve emperyalist çıkarların önüne geçemez.
Son tahlilde; Türkiye dört cephede, ABD’ye ve onun güdümündeki terör çeteleriyle savaşıyor ve bu savaşı Türkiye değil, ABD başlattı. Türkiye’yi önümüzdeki dönemde, bütün politik hamlelerini iktidarlarını sağlama almak için ABD’ye yeniden teslim olma eğilimleri olanlar değil; emperyalist saldırıya direnen ve başta Esad Suriyesi’yle dünyanın gözü önünde el sıkışıp, bölge ülkeleriyle kalıcı işbirliğini tesis eden milli hükümetler yönetebilir.
Kerem YILDIRIM
13.02.2017 / Aydınlık