Günümüzde enternasyonal dayanışma içinde olan tek sınıf burjuvazidir. Burjuvazi gerçekten de küreseldir; çok uluslu bankalar, sınır tanımayan sermaye hareketleri, kara para aklayan kıyı bankacılığı sistemi küresel çapta bir sınıf dayanışmasının maddi zeminini oluşturur. Büyük firmalar arasındaki pazar ve ucuz işgücü rekabeti, emperyalist devletler arasında kaynakların paylaşımı için süren dolaylı savaşlar burjuva enternasyonalizmini bozmaz. Emekçi sınıfların baskı altında ezilip sömürülmesi, din afyonuyla uyuşturularak cahil bırakılması, bununla birlikte tüketici olarak belirli bir hayat kalitesi düzeyinde tutulması burjuva enternasyonalizminin hedefini oluşturur.
Bunun karşısında bir işçi sınıfı ve ezilen halklar enternasyonalizmi yoktur. Stalin’in müttefiklerine güvence vermek için III. Enternasyonal’i 1943’te kapatmasından sonra bu türden bir enternasyonal örgüt kurulamadı. Benzerleri kısa süre içinde “kısmi başarıların diyalektiği”ne kapılan etkisiz teorisyenler kulübüne, giderek ayin yapan grupçuklara, turizm bürolarına dönüştü.
Sosyalist sistemler çökerken kökü II. Enternasyonal’e dayanan geleneksel sosyal demokrasi küresel burjuvazinin önünde bir engel olarak görüldü. Son üç sosyal demokrat; yoksul güney ile zengin kuzey arasındaki gelir eşitsizliğinin muhtemel felaketlerini öngören raporlar hazırlayan Willy Brandt, izlemeye çalıştığı sosyalist politikalar dev şirketlerin saldırısına uğrayınca liberal iktisat politikalarına dönmek zorunda kalan François Mitterand ve saygıdeğer Bülent Ecevit’in örnek aldığı İskandinav sosyal demokrasisinin teorisyeni Olof Palme, komplo, baskı ve cinayetle tasfiye edildikten sonra meydan sosyal demokrasi adına Tony Blair gibi alçakların neo-liberal “üçüncü yol” fantezilerine kaldı. “Sosyal demokrasi” emperyalizmin, küresel burjuvazinin ve neo-liberalizmin hizmetine girdi (ülkemizdeki “şekil”den de görüldüğü gibi!).
Demek ki günümüzde dizginsiz kapitalizm ve uluslararası burjuvazi, tarihin gördüğü en sinsi ve gaddar emperyalist evrede rakipsiz kaldı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler zaten zayıf olan işlevini tamamen kaybetti. Başlıca görevi gerçekleri gizlemek olan uluslararası medya, dünya halklarını uyutmakla meşgul.
Tarihsel olarak burjuvazi iç ve dış savaş ya da işgal koşullarında kendi servetinin derdine düşer, uzlaşma yolları bulamazsa paracıklarını ve ailesini ülke dışına çıkarmanın yolunu arar. Günümüzde vatansız olan proletarya değil burjuvazidir. Ezilenlerin gidecek yeri, yurtdışına aktaracak varlığı yoktur. Kendi ailesini, yurdunu savunmak zorundadır. Tarihsel olarak 1871 Paris Komünü’nden, II. Dünya Savaşı sırasında Avrupa ülkelerinde işgale karşı direnen partizan hareketlerine, Rus ve Çin iç savaşlarına kadar bütün olaylarda yurtsever bir damar vardır.
Günümüzde bu türden yurtseverliğe “nasyonal sosyalizm” diyen sosyalistler var. Bunlar “küresel dünya düzeni”ni veri kabul ediyorlar. Bu arkadaşlar etnik ve mezhebi bölünmeyi demokrasi, özerklik adı altında etnik grupların ya da tarikatların yönettiği devletçikler halinde parçalanmayı ilerleme olarak anlıyorlar. Her biri emperyalist bir proje olan Kosova modeli, Yugoslavyalaşma, Balkanizasyon ya da Lübnanizasyon denilen süreçler ilericilik, ulusal devlet ise bütün tarihî ve kültürel mirasıyla birlikte gericilik olarak görünüyor. AKP’nin gerici ve bölücü anayasası dolaylı olarak onların biricik umudunu oluşturuyor.
1908 devrimiyle başlayan ve Cumhuriyet’in ilanına kadar uzanan dönemi Alman parlamentosuyla birlikte soykırım kavramıyla lekelemeye çalışıyorlar. “Emperyalizm saplantısı”ndan kurtuldukları için İncirlik Mutabakatı, güneydoğudaki Amerikan askeri faaliyeti onları ilgilendirmiyor. Böylece, ülkemizde TİP’le başlayan ve 68 hareketiyle gelişen “tam bağımsızlık” hareketinden koparak emperyalist bölgesel planların destekçisi haline geliyorlar.
Bu arkadaşlar PKK/HDP’yi destekledikleri için kendilerine “enternasyonalist”; ulusal birliği savunanlara, Yankee emperyalizmine ve onun etnik işbirlikçilerine karşı mücadele edenlere de “nasyonal sosyalist” diyorlar.
Ben onlara “sahte solcu” demiyorum. Sadece 20. asrın başındaki şablonları eğip bükerek bugünün dünyasını kavramanın imkânsız olduğuna, etnik ve dini olarak bölünmüş bir ülkede sosyalizmin hayal bile edilemeyeceğine dikkati çekiyorum. Emperyalizmin “yeni demokrasi” anlayışını ve bize dayattığı tarih tezlerini, sorgulamadan, hatta farkına varmadan benimsediklerini söylüyorum.
Yavuz ALOGAN
Aydınlık/07.06.2016