Cumhuriyet;26.02.1990
Eski
CIA uzmanı Fuller, değişen dünyada Türkiye'ye yeni kimlik arıyor:
'Türkiye'nin rolü Ortadoğu’da'
UFUK
GÜLDEMİR
Cumhuriyet
/ 26.02.1990
PORTRE GRAHAM FULLER
Entelektüel
bir CIA'cı
ABD Merkezi İstihbarat
Örgütü (CIA) yönetim kademelerinde ilk 10'a kadar yükseldikten sonra ClA'dan ayrılarak Rand Corporation'a katılan Graham Fuller, geçen günlerde Cumhuriyet'te
yayınlandıktan sonra ilginç yankılara yol açan Rand Corporation raporunun proje sorumluluğunu yürütüyor. Söz konusu
raporda, Amerikan yönetiminin Türkiye'de İslami kanadın ılımlıları ile temas
etmesinin yararlı olacağına dikkat çekiliyordu.
Dünyadaki İslami
akımlar ve siyasi eğilimleri konusunda ABD'deki en yetkin uzmanlardan birisi olduğu
kaydedilen Graham Fuller, aynı zamanda
genel olarak "İslamla diyalog"
düşüncesinin vaftiz babası. Fuller,
ABD'de, "İran kontra
skandalının" arkasındaki "entelektüel'" - olarak da tanınıyor.
Hatırlanacağı gibi "İran kontra
skandalı" adı verilen olaylar zinciri, ABD'nin Tahran'daki ılımlılara
açılımı ile başlamıştı. İşte bu açılımın mantığı, Fuller'in
Tahran yönetim kademelerindeki herkesin Amerikan aleyhtarı olmadığı, aralarında
ılımlılar da olduğu yolundaki analizlerine dayanıyordu.
Fuller, Harvard
Üniversitesi " Rus incelemeleri"
kürsüsünden hem lisans hem de lisans üstü diploması aldıktan sonra ABD
Dışişleri'ne girdi. 1964-67 yılları
arasında İstanbul'da olmak üzere aralıksız yirmi yıl Ortadoğu'da görev yapan
Fuller, Türkiye'de Amerikan diplomatı ve aynı
zamanda CIA görevlisi olarak bulunduğu yıllarda Türk edebiyatına merak saldı ve
yüzlerce roman okudu.
WASHINGTON — Dünyadaki İslami
hareketler konusunda ABD'nin önde gelen uzmanları arasında olan Amerikan Merkezi
Haberalma örgütü (CIA) eski Ortadoğu Dairesi Sorumlusu Graham Fuller'la dünyada ve
Türkiye'de İslami hareketler konusunda konuştuk.
Fuller,
İslami otomatik bir tehlike olarak görmenin yanlış olduğunu vurgulayarak "Türkiye' nin İslami düşünce ve
eğilimler konusunda daha esnek olabilmesi mümkündür" görüşünü savundu.
Fuller, aynı zamanda 6 şubat tarihli Cumhuriyet'te yayımlanan Rand Corporation’ın Türkiye'deki
İslami hareketler raporuna araştırmalarıyla katkıda bulunmuştu. Raporda,
ABD'nin Türkiye'de laik modeli desteklerken İslami güçlerle açık çatışmaya
girmekten kaçınması, ayrıca da "olumlu
İslamcılarla gayri resmi temas kurması" öneriliyordu. Kuzey kuşağı
ülkelerdeki İslami hareketlerin incelenmesi çerçevesinde hazırlanan raporda "Türkiye'de halkın çoğunluğu için İslamın
bireysel ve toplumsal kimliğin tek kaynağı olmaya devam ettiği" görüşü
de savunuluyordu.
Bu bakış açısının öncülüğünü yapan Fuller, görüşme sırasında Sovyetler
Birliği'ndeki gelişmeleri de değerlendirdi ve "Türkiye,
Azerbaycan'daki entelektüel gelişmeye ışık tutabilir" dedi. Fuller, sorularımızı şöyle yanıtladı:
—
Sabri Sayan tarafından kaleme alınan son Rand Corporation raporunda ABD'nin
Türkiye'de yükselen İslam olgusu ile birlikte yaşamaktan başka çaresi olmadığı,
bu çerçevede de İslami hareketi daha iyi anlamak için ılımlılarla temaslar
başlatması yönünde öneriler yer alıyor. Bunun öncülüğünü sizin savunduğunuz
çizgi yapıyor. Bu görüşü biraz açar mısınız?
FULLER — Her şeyden önce üstünde bir başkasının
imzası olan bir rapor hakkında yorum
yapmak pozisyonunda
kalmak istemem. Ben o raporun da içinde yer aldığı ana projenin sorumlusuyum. Afganistan,
Pakistan, İran ve Türkiye'de İslamın canlanışını inceleyen bir proje. Proje
benim yönetimim altında yürütüldüğü için Sayan'ın raporunda belirtilen görüşler
lehine veya aleyhine bir şey söylemem doğru olmaz.
Ayrıca henüz resmen açıklanmamış bir çalışma
hakkında yorum yapmam da doğru olmaz. Ancak benim görüşlerimi soruyorsanız, Atatürk'ün
1920'lerde Türkiye'nin ayakta kalma mücadelesi sırasında oynadığı kritik tarihi
role çok büyük saygım var.
Ayrıca modern Türkiye'nin kalkınması, "vizyonunu" Atatürk'ün
hazırladığı platform sayesinde olabilmiştir.
Ancak dünyada hiçbir lider ne George Washington, ne Nehru, ne Lenin, ne Gandi sonsuza
kadar yaşayabilecek bir ürün veremedi. Oysa İncil ve Kuran veriyor. Liderler ölüyor.
Önce bedenleri, sonra zaman içinde düşünceleri siliniyor. Oysa Kuran ve İncil
yaşıyor. İşte Mustafa Kemal'in
başına gelen de her tarih yazmış liderin başına gelenden farklı değildir.
Bizzat Mustafa
Kemal dahi bir konuşmasında Türkiye'ye çizdiği vizyonunun kendisinden
sonraki yüzyıllarda ayakta kalıp kalmayacağı konusunda kuşkularını
sergilemiştir.
Atatürk'ün düşünceleri, çağı için son derece
güçlü düşüncelerdi. Ama onun sayesinde yaratılmış olan bugünün, kendisine
entelektüel güven duyan güçlü Türkiyesi, artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki
rolünü, hatta İslamın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünebilmelidir.
—
"Yörüngesini yeniden düşünebilmelidir" derken ne demek istiyorsunuz?
FULLER — Kemalizmin reformcu yönü, büyük ölçüde
İslamın eğitim, bürokrasi, yargı üzerindeki köhne ve ezici yükünden kurtulmayı
amaçlıyordu.
Gerçi daha 19. yüzyılda, sonradan Atatürk'ün
reform alanına giren her konuda İslamın etkisini azaltan, modernizme dönük bir
gelişme sağlanabilmişti. Ama Atatürk, o dönemin Türkiyesi'nde İslamın kalkınma
üzerindeki rolünün tamamen negatif olacağını düşünüyordu.
Özellikle devletin bürokratik ve yapısal
çerçevesi bakımından. Oysa bugün Türkiye'nin İslami düşünce ve eğilimler
konusunda daha esnek olabilmesi mümkündür. "İran
gibi olun" demiyorum, ama İslamın özel yaşam ve kamu yaşamındaki rolü
konusunda esnek olmak ve İslamın Türkiye'nin kültürel ve entelektüel mirasının
önemli bir parçası olduğunu, bastırılması gerekmediğini kabul etmek,
katılaşmayı önlemek için kendisini ifade etmesine olanak sağlamak mümkündür.
Geçmişteki radikal laiklik politikaları döneminde İslamın yaşamınızdan nasıl
dışlanacağı âdeta bir fikrisabit haline gelmişti. Bence bu, bugün daha az lazım
olan bir reaksiyon.
—
Yani tarihi bir uzlaşma mı öneriyorsunuz?
FULLER — İslama
bakmanın çeşitli yolları var. Bence otomatik bir tehdit olarak kabul edilmesi yanlıştır.
Hareketin hangi siyasi görüşleri savunduğuna bağlı. Eğer laik bir hükümet
yıkılarak yerine İran türü bir rejim kurulmak isteniyorsa bu, demokratik yapıya
hasmane bir tutum.
Ama diğer yandan
insanlar İslam dininin kültürünün gereklerinin daha çok gözetilmesini, İslami
eğitimin yaygınlaşmasını istiyorlarsa, bu otomatik bir tehdit olarak kabul
edilmemeli ki bu, üstelik Türkiye'nin ulusal ve kültürel mirasının parçasıdır. "Zamanıdır" demiyorum, ama
parçasıdır. Son elli yılda yapay olarak bastırılmasının bazı meşru nedenleri
olabilir, ama artık Türkiye bu bakımdan kendisiyle barışmalıdır. Eğer siz İslama
dayalı olduğunu söyleyen siyasi partileri, daha fazla siyasileşmeye,
parlamentoya katılmaya çekebilirseniz, tartışmaya açık bir platform yaratabilirseniz,
bu çok daha değerli olur.
Mısır'daki diğer
Arap ülkelerindeki İslami hareket, "İslam
tariktir" diyor. Yani "yolumuz
odur" diyor. Bunu söyleyebilirler, ama bu kanıtlanmış bir gerçek
değildir. Hele siyasi bir program hiç değildir. Siyasi yaşama katılıp sanat, vergi, sağlık, eğitim, sanayi politikalarının spesifik hatlarını açıklamak zorunda
kaldıklarında, laiklikle barışmaktan başka çare bulamıyorlar. O zaman İslamın
arkasına saklanma imkânları kalmıyor. Somutlaşmak durumunda kalıyorlar.
Somutlaşma da uzlaşmayı beraberinde getiriyor.
—
Söyleşinin şu anına kadar anlattıklarınızdan "İslami meşrulaştırarak
nötralize etme" gibi bir formül üzerinde durduğunuzu anlıyorum. Ancak İslamın
demokratik bir olgu olmadığını savunan bazı düşünürler de var.
FULLER — Bu
sorunuz bana Batı Avrupa'nın geçmişte, komünist partileri siyasi yaşama kabul
etmekte geçirdiği tereddütleri hatırlatıyor. Eğer komünizmin hedefi demokrasiyi
yıkmaksa o zaman demokrasi neden komünist partilere kollarını açarak kendisinin
yıkılışını hazırlasın?
Çelişki İslam'da
da aynen budur. Benim dediğim şu: Eğer şiddete başvuran, devleti yıkıp İslami
diktatörlük kurmak isteyen bir eğilim varsa ki bu çok olumsuzdur, o zaman
demokratik devlet elbette güvenliğini sağlayacak adımları atar. Ama İslam adına
bir diktatörlük arzulayanların varlığı İslami hareketin tümüne mal edilemez.
Zaten İslami harekâtın
önündeki en büyük görev de inançları çağa uyarlamaktır. Birçok İslam düşünürü, İslamın
demokrasi ile uzlaşmaz olmadığını savunuyor. İslamiyetteki "şüra" kavramının demokrasiye açık olduğunu söylüyorlar. Bazı
İslami hareketler çok tehlikeli ve radikal, bazıları da reformist liberal. İşte
geliştirilmesi asıl cazip olan bu.
— 12 Eylül öncesi parlamentosunda
Süleymancılar, Nakşibendiler ve Nurcular çeşitli siyasi partiler içinde temsil
ediliyordu. Yani bir tür sisteme katılıyorlardı. Böyle bir formülasyon mu
öneriyorsunuz?
FULLER — Mistik cazibelerini böylece
yitiriyorlardı değil mi? Söylediğim de bu. Diğer yandan İslamın bir de özel
yaşamda yeri var ki, o ayrı bir konu ve her zaman teşvik edilmeli. İster İslam,
ister Hıristiyanlık olsun, din, birey yaşamındaki ahlaki değerleri güçlendiriyor.
Ama din siyasete soyununca o zaman gerçekçi bazı "tavizler" vermesi gerekiyor. Bu olumludur ve çok
sağlıklı bir şeydir. Türkiye'de İslamı bu noktaya getirmek lazım. Zaten geliyor
da. Kemalizmin bir diğer boyutu da elitin halka paternalistik yaklaşımı idi.
Bugünkü daha kentli, daha iyi eğitilmiş, oy kullanmaya alışmış Türkiye, elitin
bu rolünü artık istemiyor.
Artık "demokrasi güzel şey, ama ne yazık ki
halkımız o noktaya gelmedi" cümleleri geçerliliğin yitiriyor. Zaten "halk adına biz konuşuruz"
politikası hep tehlikeli bir politika olagelmiştir. Türkiye örneğinde de bu
kanıtlanıyor.
—
Tüm bu oluşum içinde ordunun yerini nerede görüyorsunuz?
FULLER — Ordunun tek bir görüşten oluştuğunda
kuşkuluyum, çeşitli görüşler olabilir. Ordu temel olarak kendisini Türk değerlerinin
bekçisi ve Atatürk'ün mirasçısı olarak görüyor, ama düşünceleri ezmek
istediklerini sanmıyorum. Eğer bazı düşünce ve programların anarşi ve kaosa yol
açtığı görüşüne varırlarsa bundan tedirgin olabilirler. Ama "düşünce" ile "taktik" ayrı konulardır.
Şiddet yoluyla hangi düşüncenin propagandası yapılırsa yapılsın ondan rahatsız
olurlar.
—
Diyelim ki söyleşinin başında çerçevesini çizdiğiniz bir Türkiye zaman içinde
oluştu. Böyle bir Türkiye'nin Batı sistemi içindeki yeri ne olur?
FULLER — Birincisi,
Türkiye'nin Batı'ya dönüklüğü hayli köklü. Üstelik Batı'ya ait olan de-ğerler üzerinde
Batı'nın tekeli yok. Bu düşünceler yayılıyor ve her gittiği yerde oranın
karakterini alıyor.
O yüzden de Türkiye'deki Batı değerleri
özgündür ve size aittir. Ayrıca sizin değerler sisteminiz sadece Atatürk'ten bu
yana değil, yüzyıllardan beri Doğu'ya tepeden bakıyor ve Batı'ya dönük duruyor.
Osmanlı döneminde Ortadoğu'ya ve Ortadoğu halkına imparatorluğun geri
kalmasına yol
açan ilkel bir
coğrafya olarak bakma eğilimi yaygındı. Araplarla, İranlılarla, Ortadoğu'nun
geri kalanı ile fazla özdeşleşmeme, onlara karşı kendinizi üstün ve daha
gelişmiş görme yönünde doğal bir duyguya sahipsiniz.
Gerçekten de Ortadoğu'nun geri kalanından
siyasi ve ekonomik demokrasi bakımından ilerde ve deneyimlisiniz.
Bu da sizi Ortadoğu'da müstakbel büyük
rollerin adayı yapıyor. Türkiye geçmişte Ortadoğu için bir modeldi, bugün de
olmaya devam ediyor. Hele demokrasi ile İslami bir arada yaşatabileceği modern
bir formül bulursa, İran ve Arap dünyasına olağanüstü büyük bir entelektüel
öncülük yapmış olacak.
İslam dünyası için geleceğin modeli olacak.
Ama Türkiye'nin tıpkı İslam konusunda olduğu gibi Ortadoğu konusunda da
komplekslerini atması lazım. Ortadoğu ile temas ve alışverişiniz olması, geri
ve ilkel olduğunuz anlamına gelmez.
Türkiye bir yandan Batı ile bir arada olup
diğer yandan bölgeye sunacağı çok şey olan bir ülke olabilir. Türk deneyiminin
Ortadoğu'yu etkilemesini ben kendi adıma çok arzularım. Bu çok olumlu bir rol
olur. Bu artık Batılı olmadığınız, Batı'ya ait olmadığınız anlamına gelmez.
Çünkü artık kimse Batı değerlerini Türkiye'den koparamaz. Avrupa Topluluğu'nun
Türkiye'yi tam üyeliğe alıp almaması da bu bakımdan fark etmez ve Batılılığınız
konusunda hiçbir ölçü sinyali vermez.
—
Türkiye'deki İslami güçlerin, üzerlerindeki baskıdan Amerika'yı sorumlu
tutmaları, halkın Osmanlı İmparatorluğu'nun Batı tarafından parçalandığına olan
inancından kaynaklanan Batı aleyhtarı köklü duygulara sahip olması gibi
unsurlar göz önüne alınırsa, portresini çizdiğiniz yeni Türkiye'nin ABD ile ilişkilerinin
çerçevesi ne olur?
FULLER — Türkiye'nin hayattaki tek hedefi Amerika'nın
güvenilir müttefiki olmak değil ki. Türkiye geçmişte ABD ile ortak menfaatleri
bulunduğunu fark etmiş ve bir ilişki başlamıştır. Umarım bu ilişki gelecekte de
sürer, çünkü ortak menfaatler, varlığını koruyor. Ama Türkiye'nin önceliği
kendi ulusal menfaatleridir. "ABD'nin
güvenilir müttefiki olmak" değildir. Evet, ABD'ye eleştiri ve
reaksiyon artabilir, ama bir Amerikalı olarak söylüyorum, biz bununla bir arada
yaşayabiliriz. Biz de dünyanın diğer köşelerinde her zaman kabul görmeyen
şeyler yapabiliyoruz. Libya'ya saldırımızı uygun bulanlar da oldu, bulmayanlar
da. Ben bir Amerikalı olarak Türkiye'nin bu konudaki eleştirisinden rahatsız
olmam. Eğer diplomat olsaydım elbette ki Türkiye'yi bu olayda yanımızda görmek
isterdim. Amerika zaten kendisini uzun vadede, kendisinden farklı düşünen,
eleştiren dostlara alıştırmalıdır.
—
Azerbaycan olaylarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
FULLER — Atatürk
kendi döneminde gayet doğru bir şekilde pan Türkizm, pan İslamizm gibi düşüncelerle
oynamanın tehlikelerini tahlil etti ve Türkiye'yi bundan soyutladı. Türkiye
için gayet net bir tanımlama yaptı. 1920 - 30'larda zorunluydu böyle yapmaya.
Ama bugün koşullar çok değışik. Sovyetler'de çok ilginç gelişmeler var. 50
milyon Müslüman Türk artık daha fazla özgürlük ve otonomiye kavuşacak. Hatta
bir noktada
bağımsızlık bile söz konusu olabilir.
Bu insanların Atatürk'ten önce dahi yüzleri
hep İstanbul'a dönük olmuştur. "Genç Buharalılar" grubu gibi akımlar
entelektüel gıdalarını hep Türkiye'de aramışlardır. Bunları anlatmakla ben
demiyorum ki Türkiye pan Türkizme dönsün veya Türkiye'nin geleceği pan
Türkizm'dedir. Benim söylediğim şu: Orta Asya ve Azerbaycan'da öyle veya böyle
bir Türk milletler topluluğu peydah olacaktır.
Türkiye bu süreçte çok değerli bir rol
oynayabilir. Gelecekleri için entelektüel ilham olabilir. Demokrasi sorunları,
ticaret, ekonomik sistem yönünden. Orada o kadar güçlü bir uluslar bloku ortaya
çıkacak ki Türkiye'nin bu oluşumda olumlu rolü olsun isterim. Bugüne kadar
Türkiye bu konunun varlığını dahi kabul etmekten tedirginlik duydu.
Sovyetler'in, Türkiye'nin ilgisini, saldırganlık gibi algılamasından ürktü.
Oysa Sovyetler şimdi değişiyor.
—
Bu tür bir ilgi Sovyetler'i rahatsız etmez mi?
FULLER — Ben, Türkiye Sovyetler'in dibini oysun
demiyorum ki. Geçmişte Türk solu Orta Asya Türkleri konusuna çok tepki
gösteriyordu. Çünkü Amerika'nın Sovyetler'i parçalamak için Türkiye'yi
kullandığını düşünüyordu. O günler geride kaldı. Bugün ABD bile Sovyetler'de
öyle bir manzara görmek istemiyor. ABD, Sovyetler'in güney sınırlarında birçok
yeni küçük ülke ortaya çıkmasının istikrarsızlık yaratabileceğinden bile
ürküyor.
Bu konuda çok açığız.
Moskova da giderek açılacaktır. Benim dediğim şu, bu Türk ulusları, giderek
doğal bir süreçle otonomlaşacaklar. Hatta bir noktada Moskova dahi ayrılmalarının
Rus halkı için daha hayırlı olacağı düşüncesine varabilir.
Ben demiyorum ki Türkiye Sovyet
imparatorluğunun çöküşünü hızlandıracak bir tutum alsın. Orada olanlara sempati
duyması, ilgi göstermesi, oralardaki entelektüel gelişmeye ışık tutması yeterli.
Hatta Sovyetler dahi bu yönde bir role
olumsuz bakmayabilir. Eğer Türkiye rasyonel, vakur ve istikrara dönük yapıcı
bir tutum alırsa, Sovyetler bunu fanatik ırkçı milliyetçiliğe, din savaşlarına
tercih eder.
—
Dış politika ve ulusal güvenlik konularına duyarlı eski Başbakan Bülent
Ecevit'in bu yönde bir gözlemi var..
FULLER — Evet okudum. Moskova, Orta Asya ve
Azerbaycan'ın büyük değişikliklere gebe olduğunun farkında. Zaten Gorbaçov'un
politikalarının mantığı da buna dayanıyor. Türkiye eğer yapıcı düşüncelerle
ortaya çıkarsa Moskova buna "hayır"
demez. Nitekim İran ile boşuna iyi bir ilişki kurmaya çalışmıyorlar. Yangına
benzin döken yayınlar yerine İslamın fanatikleşmemesi için yardım etmesini
istiyorlar. Ama İran bunu yapabilir mi, bilmiyorum. Oysa Türkiye düşünceli ve
yapıcı bir rol oynayabilecek pozisyona sahip.
—
Peki sizce oradaki olayların temel motivasyonu nedir?
FULLER —
Azerbaycan'a henüz gitmedim, ama daha 1910'larda, 20'lerde dahi Azeriler
Türkiye'ye bakıyorlardı. Azeriler elbette İran'a da bakar, çünkü orada 9, 10
milyon ırkdaşlan var. Ama ben etnik kökenleri dinden ayırmakta son derece
zorlanıyorum, bu, âdeta imkânsız. Orta Asya'daki İslam hareketi de milliyetçilik
hareketi de aynı. Çünkü yapanlar hem Türk hem Müslüman. İçlerinde bir tek
Tacikler Türk değil. Her ne kadar din ve ırk konusunun birbirinden soyutlanarak
incelenmemesi gerektiğini düşünüyorsam da ben yine de son tahlilde İslamın
değil, Türklüğün daha ağırlık kazanacağını düşünüyorum.
—
Bu süreçte Moskova'nın tutumu ne olur ?
FULLER — Baksanıza
Litvanya açık açık birlikten ayrılmayı konuştu. Moskova da "lütfen ayrılmayın" gibi laflar etti. Kim ne derse desin,
Azerbaycan'a askeri birlik gönderilmesinin bence asıl nedeni, siyasi
gelişmeleri durdurmak değil, "kamu
düzenini sağlamaktı ."
Azeri Halk Cephesi, Komünist Parti'den daha güçlü ve
Moskova da bunu sessizce kabulleniyor, tanıyor. Rus Savunma Bakanlığı açıkça
onlarla müzakere yapılmasını istedi.
Bir de Rus
milliyetçi akımları var. Bunlar Rus olmayan Sovyet milletlerinin, Rusya'da
gerçek bir demokrasinin yerleşme şansını azalttığını düşünüyor. Demokrasinin, bu
milletleri silah zoruyla bir arada tutmaya kurban gideceğini düşünüyorlar.
Henüz parti bunu söylemiyor, ama insanlar bunları yazıyor, tartışıyor. Öte
yandan diyelim ki bu milletler otonomlaşırsa, hatta bağımsızlık kazanırsa bu,
Sovyetler'in onlarla yakın bir ticari ilişkide olmayacağı anlamına gelmez.
Petrol
çıkıyorsa, petrolü satarsınız. Bu insanlar Rusça biliyor, Moskova'nın nasıl
çalıştığım, sistemi biliyor. Hatta bu insanlar Ortadoğu ile Moskova arasında ticari
aracılık dahi yapabilirler. Demiyorum ki ayrılmaları Sovyet ekonomisini
etkilemez, ama ayrılmaları halinde dahi yakın ticari ilişki sürdürme kapısı
açık tutulur. Öte yandan bu milletlerin de Ruslara ihtiyacı var. Hatta özel bir
ortak pazar dahi kurabilirler. Veya İngiliz milletler topluluğu gibi bağımsız
ama özel statülü bir formül bulabilirler. Belki bazıları bağımsız olabilir,
diğerleri istemeyebilir. Gürcistan ve Ermeniler, Azerilerden farklı bir
bağımsızlık veya otonomi yolu izleyebilir.