8 Temmuz 2016 Cuma

DÜNDEN BUGÜNE NASIL GELİNDİ: Emperyalizmin Sözcüleri Konuşuyor!

                                              Cumhuriyet;26.02.1990

Eski CIA uzmanı Fuller, değişen dünyada Türkiye'ye yeni kimlik arıyor:

'Türkiye'nin rolü Ortadoğu’da'

UFUK GÜLDEMİR

Cumhuriyet / 26.02.1990

PORTRE GRAHAM FULLER
Entelektüel bir CIA'cı
ABD Merkezi İstihbarat Örgütü (CIA) yönetim kademelerinde ilk 10'a kadar yükseldikten sonra ClA'dan ayrılarak Rand Corporation'a katılan Graham Fuller, geçen günlerde Cumhuriyet'te yayınlandıktan sonra ilginç yankılara yol açan Rand Corporation raporunun proje sorumluluğunu yürütüyor. Söz konusu raporda, Amerikan yönetiminin Türkiye'de İslami kanadın ılımlıları ile temas etmesinin yararlı olacağına dikkat çekiliyordu.

Dünyadaki İslami akımlar ve siyasi eğilimleri konusunda ABD'deki en yetkin uzmanlardan birisi olduğu kaydedilen Graham Fuller, aynı zamanda genel olarak "İslamla diyalog" düşüncesinin vaftiz babası. Fuller, ABD'de, "İran kontra skandalının" arkasındaki "entelektüel'" - olarak da tanınıyor. Hatırlanacağı gibi "İran kontra skandalı" adı verilen olaylar zinciri, ABD'nin Tahran'daki ılımlılara açılımı ile başlamıştı. İşte bu açılımın mantığı, Fuller'in Tahran yönetim kademelerindeki herkesin Amerikan aleyhtarı olmadığı, aralarında ılımlılar da olduğu yolundaki analizlerine dayanıyordu.

Fuller, Harvard Üniversitesi " Rus incelemeleri" kürsüsünden hem lisans hem de lisans üstü diploması aldıktan sonra ABD Dışişleri'ne girdi. 1964-67 yılları arasında İstanbul'da olmak üzere aralıksız yirmi yıl Ortadoğu'da görev yapan Fuller, Türkiye'de Amerikan diplomatı ve aynı zamanda CIA görevlisi olarak bulunduğu yıllarda Türk edebiyatına merak saldı ve yüzlerce roman okudu.

   WASHINGTON — Dünyadaki İslami hareketler konusunda ABD'nin önde gelen uzmanları arasında olan Amerikan Merkezi Haberalma örgütü (CIA) eski Ortadoğu Dairesi Sorumlusu Graham Fuller'la dünyada ve Türkiye'de İslami hareketler konusunda konuştuk.

   Fuller, İslami otomatik bir tehlike olarak görmenin yanlış olduğunu vurgulayarak "Türkiye' nin İslami düşünce ve eğilimler konusunda daha esnek olabilmesi mümkündür" görüşünü savundu.

   Fuller, aynı zamanda 6 şubat tarihli Cumhuriyet'te yayımlanan Rand Corporation’ın Türkiye'deki İslami hareketler raporuna araştırmalarıyla katkıda bulunmuştu. Raporda, ABD'nin Türkiye'de laik modeli desteklerken İslami güçlerle açık çatışmaya girmekten kaçınması, ayrıca da "olumlu İslamcılarla gayri resmi temas kurması" öneriliyordu. Kuzey kuşağı ülkelerdeki İslami hareketlerin incelenmesi çerçevesinde hazırlanan raporda "Türkiye'de halkın çoğunluğu için İslamın bireysel ve toplumsal kimliğin tek kaynağı olmaya devam ettiği" görüşü de savunuluyordu.

   Bu bakış açısının öncülüğünü yapan Fuller, görüşme sırasında Sovyetler Birliği'ndeki gelişmeleri de değerlendirdi ve "Türkiye, Azerbaycan'daki entelektüel gelişmeye ışık tutabilir" dedi. Fuller, sorularımızı şöyle yanıtladı:

— Sabri Sayan tarafından kaleme alınan son Rand Corporation raporunda ABD'nin Türkiye'de yükselen İslam olgusu ile birlikte yaşamaktan başka çaresi olmadığı, bu çerçevede de İslami hareketi daha iyi anlamak için ılımlılarla temaslar başlatması yönünde öneriler yer alıyor. Bunun öncülüğünü sizin savunduğunuz çizgi yapıyor. Bu görüşü biraz açar mısınız?

FULLER — Her şeyden önce üstünde bir başkasının imzası olan bir rapor hakkında yorum
yapmak pozisyonunda kalmak istemem. Ben o raporun da içinde yer aldığı ana projenin sorumlusuyum. Afganistan, Pakistan, İran ve Türkiye'de İslamın canlanışını inceleyen bir proje. Proje benim yönetimim altında yürütüldüğü için Sayan'ın raporunda belirtilen görüşler lehine veya aleyhine bir şey söylemem doğru olmaz.

   Ayrıca henüz resmen açıklanmamış bir çalışma hakkında yorum yapmam da doğru olmaz. Ancak benim görüşlerimi soruyorsanız, Atatürk'ün 1920'lerde Türkiye'nin ayakta kalma mücadelesi sırasında oynadığı kritik tarihi role çok büyük saygım var.

 Ayrıca modern Türkiye'nin kalkınması, "vizyonunu" Atatürk'ün hazırladığı platform sayesinde olabilmiştir.

 Ancak dünyada hiçbir lider ne George Washington, ne Nehru, ne Lenin, ne Gandi sonsuza kadar yaşayabilecek bir ürün veremedi. Oysa İncil ve Kuran veriyor. Liderler ölüyor. Önce bedenleri, sonra zaman içinde düşünceleri siliniyor. Oysa Kuran ve İncil yaşıyor. İşte Mustafa Kemal'in başına gelen de her tarih yazmış liderin başına gelenden farklı değildir.

 Bizzat Mustafa Kemal dahi bir konuşmasında Türkiye'ye çizdiği vizyonunun kendisinden sonraki yüzyıllarda ayakta kalıp kalmayacağı konusunda kuşkularını sergilemiştir.

 Atatürk'ün düşünceleri, çağı için son derece güçlü düşüncelerdi. Ama onun sayesinde yaratılmış olan bugünün, kendisine entelektüel güven duyan güçlü Türkiyesi, artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslamın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünebilmelidir.

— "Yörüngesini yeniden düşünebilmelidir" derken ne demek istiyorsunuz?

FULLER — Kemalizmin reformcu yönü, büyük ölçüde İslamın eğitim, bürokrasi, yargı üzerindeki köhne ve ezici yükünden kurtulmayı amaçlıyordu.

  Gerçi daha 19. yüzyılda, sonradan Atatürk'ün reform alanına giren her konuda İslamın etkisini azaltan, modernizme dönük bir gelişme sağlanabilmişti. Ama Atatürk, o dönemin Türkiyesi'nde İslamın kalkınma üzerindeki rolünün tamamen negatif olacağını düşünüyordu.

  Özellikle devletin bürokratik ve yapısal çerçevesi bakımından. Oysa bugün Türkiye'nin İslami düşünce ve eğilimler konusunda daha esnek olabilmesi mümkündür. "İran gibi olun" demiyorum, ama İslamın özel yaşam ve kamu yaşamındaki rolü konusunda esnek olmak ve İslamın Türkiye'nin kültürel ve entelektüel mirasının önemli bir parçası olduğunu, bastırılması gerekmediğini kabul etmek, katılaşmayı önlemek için kendisini ifade etmesine olanak sağlamak mümkündür. Geçmişteki radikal laiklik politikaları döneminde İslamın yaşamınızdan nasıl dışlanacağı âdeta bir fikrisabit haline gelmişti. Bence bu, bugün daha az lazım olan bir reaksiyon.

— Yani tarihi bir uzlaşma mı öneriyorsunuz?

FULLER — İslama bakmanın çeşitli yolları var. Bence otomatik bir tehdit olarak kabul edilmesi yanlıştır. Hareketin hangi siyasi görüşleri savunduğuna bağlı. Eğer laik bir hükümet yıkılarak yerine İran türü bir rejim kurulmak isteniyorsa bu, demokratik yapıya hasmane bir tutum.

   Ama diğer yandan insanlar İslam dininin kültürünün gereklerinin daha çok gözetilmesini, İslami eğitimin yaygınlaşmasını istiyorlarsa, bu otomatik bir tehdit olarak kabul edilmemeli ki bu, üstelik Türkiye'nin ulusal ve kültürel mirasının parçasıdır. "Zamanıdır" demiyorum, ama parçasıdır. Son elli yılda yapay olarak bastırılmasının bazı meşru nedenleri olabilir, ama artık Türkiye bu bakımdan kendisiyle barışmalıdır. Eğer siz İslama dayalı olduğunu söyleyen siyasi partileri, daha fazla siyasileşmeye, parlamentoya katılmaya çekebilirseniz, tartışmaya açık bir platform yaratabilirseniz, bu çok daha değerli olur.

   Mısır'daki diğer Arap ülkelerindeki İslami hareket, "İslam tariktir" diyor. Yani "yolumuz odur" diyor. Bunu söyleyebilirler, ama bu kanıtlanmış bir gerçek değildir. Hele siyasi bir program hiç değildir. Siyasi yaşama katılıp sanat, vergi, sağlık, eğitim, sanayi politikalarının spesifik hatlarını açıklamak zorunda kaldıklarında, laiklikle barışmaktan başka çare bulamıyorlar. O zaman İslamın arkasına saklanma imkânları kalmıyor. Somutlaşmak durumunda kalıyorlar. Somutlaşma da uzlaşmayı beraberinde getiriyor.

— Söyleşinin şu anına kadar anlattıklarınızdan "İslami meşrulaştırarak nötralize etme" gibi bir formül üzerinde durduğunuzu anlıyorum. Ancak İslamın demokratik bir olgu olmadığını savunan bazı düşünürler de var.

FULLER — Bu sorunuz bana Batı Avrupa'nın geçmişte, komünist partileri siyasi yaşama kabul etmekte geçirdiği tereddütleri hatırlatıyor. Eğer komünizmin hedefi demokrasiyi yıkmaksa o zaman demokrasi neden komünist partilere kollarını açarak kendisinin yıkılışını hazırlasın?

   Çelişki İslam'da da aynen budur. Benim dediğim şu: Eğer şiddete başvuran, devleti yıkıp İslami diktatörlük kurmak isteyen bir eğilim varsa ki bu çok olumsuzdur, o zaman demokratik devlet elbette güvenliğini sağlayacak adımları atar. Ama İslam adına bir diktatörlük arzulayanların varlığı İslami hareketin tümüne mal edilemez.

   Zaten İslami harekâtın önündeki en büyük görev de inançları çağa uyarlamaktır. Birçok İslam düşünürü, İslamın demokrasi ile uzlaşmaz olmadığını savunuyor. İslamiyetteki "şüra" kavramının demokrasiye açık olduğunu söylüyorlar. Bazı İslami hareketler çok tehlikeli ve radikal, bazıları da reformist liberal. İşte geliştirilmesi asıl cazip olan bu.

   — 12 Eylül öncesi parlamentosunda Süleymancılar, Nakşibendiler ve Nurcular çeşitli siyasi partiler içinde temsil ediliyordu. Yani bir tür sisteme katılıyorlardı. Böyle bir formülasyon mu öneriyorsunuz?

   FULLER — Mistik cazibelerini böylece yitiriyorlardı değil mi? Söylediğim de bu. Diğer yandan İslamın bir de özel yaşamda yeri var ki, o ayrı bir konu ve her zaman teşvik edilmeli. İster İslam, ister Hıristiyanlık olsun, din, birey yaşamındaki ahlaki değerleri güçlendiriyor. Ama din siyasete soyununca o zaman gerçekçi bazı "tavizler" vermesi gerekiyor. Bu olumludur ve çok sağlıklı bir şeydir. Türkiye'de İslamı bu noktaya getirmek lazım. Zaten geliyor da. Kemalizmin bir diğer boyutu da elitin halka paternalistik yaklaşımı idi. Bugünkü daha kentli, daha iyi eğitilmiş, oy kullanmaya alışmış Türkiye, elitin bu rolünü artık istemiyor.

   Artık "demokrasi güzel şey, ama ne yazık ki halkımız o noktaya gelmedi" cümleleri geçerliliğin yitiriyor. Zaten "halk adına biz konuşuruz" politikası hep tehlikeli bir politika olagelmiştir. Türkiye örneğinde de bu kanıtlanıyor.

— Tüm bu oluşum içinde ordunun yerini nerede görüyorsunuz?

FULLER — Ordunun tek bir görüşten oluştuğunda kuşkuluyum, çeşitli görüşler olabilir. Ordu temel olarak kendisini Türk değerlerinin bekçisi ve Atatürk'ün mirasçısı olarak görüyor, ama düşünceleri ezmek istediklerini sanmıyorum. Eğer bazı düşünce ve programların anarşi ve kaosa yol açtığı görüşüne varırlarsa bundan tedirgin olabilirler. Ama "düşünce" ile "taktik" ayrı konulardır. Şiddet yoluyla hangi düşüncenin propagandası yapılırsa yapılsın ondan rahatsız olurlar.

— Diyelim ki söyleşinin başında çerçevesini çizdiğiniz bir Türkiye zaman içinde oluştu. Böyle bir Türkiye'nin Batı sistemi içindeki yeri ne olur?

FULLER — Birincisi, Türkiye'nin Batı'ya dönüklüğü hayli köklü. Üstelik Batı'ya ait olan de-ğerler üzerinde Batı'nın tekeli yok. Bu düşünceler yayılıyor ve her gittiği yerde oranın karakterini alıyor.

   O yüzden de Türkiye'deki Batı değerleri özgündür ve size aittir. Ayrıca sizin değerler sisteminiz sadece Atatürk'ten bu yana değil, yüzyıllardan beri Doğu'ya tepeden bakıyor ve Batı'ya dönük duruyor.

  Osmanlı döneminde Ortadoğu'ya ve Ortadoğu halkına imparatorluğun geri kalmasına yol
açan ilkel bir coğrafya olarak bakma eğilimi yaygındı. Araplarla, İranlılarla, Ortadoğu'nun geri kalanı ile fazla özdeşleşmeme, onlara karşı kendinizi üstün ve daha gelişmiş görme yönünde doğal bir duyguya sahipsiniz.

   Gerçekten de Ortadoğu'nun geri kalanından siyasi ve ekonomik demokrasi bakımından ilerde ve deneyimlisiniz.

   Bu da sizi Ortadoğu'da müstakbel büyük rollerin adayı yapıyor. Türkiye geçmişte Ortadoğu için bir modeldi, bugün de olmaya devam ediyor. Hele demokrasi ile İslami bir arada yaşatabileceği modern bir formül bulursa, İran ve Arap dünyasına olağanüstü büyük bir entelektüel öncülük yapmış olacak.

   İslam dünyası için geleceğin modeli olacak. Ama Türkiye'nin tıpkı İslam konusunda olduğu gibi Ortadoğu konusunda da komplekslerini atması lazım. Ortadoğu ile temas ve alışverişiniz olması, geri ve ilkel olduğunuz anlamına gelmez.

   Türkiye bir yandan Batı ile bir arada olup diğer yandan bölgeye sunacağı çok şey olan bir ülke olabilir. Türk deneyiminin Ortadoğu'yu etkilemesini ben kendi adıma çok arzularım. Bu çok olumlu bir rol olur. Bu artık Batılı olmadığınız, Batı'ya ait olmadığınız anlamına gelmez. Çünkü artık kimse Batı değerlerini Türkiye'den koparamaz. Avrupa Topluluğu'nun Türkiye'yi tam üyeliğe alıp almaması da bu bakımdan fark etmez ve Batılılığınız konusunda hiçbir ölçü sinyali vermez.

— Türkiye'deki İslami güçlerin, üzerlerindeki baskıdan Amerika'yı sorumlu tutmaları, halkın Osmanlı İmparatorluğu'nun Batı tarafından parçalandığına olan inancından kaynaklanan Batı aleyhtarı köklü duygulara sahip olması gibi unsurlar göz önüne alınırsa, portresini çizdiğiniz yeni Türkiye'nin ABD ile ilişkilerinin çerçevesi ne olur?

FULLER — Türkiye'nin hayattaki tek hedefi Amerika'nın güvenilir müttefiki olmak değil ki. Türkiye geçmişte ABD ile ortak menfaatleri bulunduğunu fark etmiş ve bir ilişki başlamıştır. Umarım bu ilişki gelecekte de sürer, çünkü ortak menfaatler, varlığını koruyor. Ama Türkiye'nin önceliği kendi ulusal menfaatleridir. "ABD'nin güvenilir müttefiki olmak" değildir. Evet, ABD'ye eleştiri ve reaksiyon artabilir, ama bir Amerikalı olarak söylüyorum, biz bununla bir arada yaşayabiliriz. Biz de dünyanın diğer köşelerinde her zaman kabul görmeyen şeyler yapabiliyoruz. Libya'ya saldırımızı uygun bulanlar da oldu, bulmayanlar da. Ben bir Amerikalı olarak Türkiye'nin bu konudaki eleştirisinden rahatsız olmam. Eğer diplomat olsaydım elbette ki Türkiye'yi bu olayda yanımızda görmek isterdim. Amerika zaten kendisini uzun vadede, kendisinden farklı düşünen, eleştiren dostlara alıştırmalıdır.

— Azerbaycan olaylarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

FULLER — Atatürk kendi döneminde gayet doğru bir şekilde pan Türkizm, pan İslamizm gibi düşüncelerle oynamanın tehlikelerini tahlil etti ve Türkiye'yi bundan soyutladı. Türkiye için gayet net bir tanımlama yaptı. 1920 - 30'larda zorunluydu böyle yapmaya. Ama bugün koşullar çok değışik. Sovyetler'de çok ilginç gelişmeler var. 50 milyon Müslüman Türk artık daha fazla özgürlük ve otonomiye kavuşacak. Hatta bir noktada 
bağımsızlık bile söz konusu olabilir.

  Bu insanların Atatürk'ten önce dahi yüzleri hep İstanbul'a dönük olmuştur. "Genç Buharalılar" grubu gibi akımlar entelektüel gıdalarını hep Türkiye'de aramışlardır. Bunları anlatmakla ben demiyorum ki Türkiye pan Türkizme dönsün veya Türkiye'nin geleceği pan Türkizm'dedir. Benim söylediğim şu: Orta Asya ve Azerbaycan'da öyle veya böyle bir Türk milletler topluluğu peydah olacaktır.

   Türkiye bu süreçte çok değerli bir rol oynayabilir. Gelecekleri için entelektüel ilham olabilir. Demokrasi sorunları, ticaret, ekonomik sistem yönünden. Orada o kadar güçlü bir uluslar bloku ortaya çıkacak ki Türkiye'nin bu oluşumda olumlu rolü olsun isterim. Bugüne kadar Türkiye bu konunun varlığını dahi kabul etmekten tedirginlik duydu. Sovyetler'in, Türkiye'nin ilgisini, saldırganlık gibi algılamasından ürktü. Oysa Sovyetler şimdi değişiyor.

— Bu tür bir ilgi Sovyetler'i rahatsız etmez mi?

FULLER — Ben, Türkiye Sovyetler'in dibini oysun demiyorum ki. Geçmişte Türk solu Orta Asya Türkleri konusuna çok tepki gösteriyordu. Çünkü Amerika'nın Sovyetler'i parçalamak için Türkiye'yi kullandığını düşünüyordu. O günler geride kaldı. Bugün ABD bile Sovyetler'de öyle bir manzara görmek istemiyor. ABD, Sovyetler'in güney sınırlarında birçok yeni küçük ülke ortaya çıkmasının istikrarsızlık yaratabileceğinden bile ürküyor.

  Bu konuda çok açığız. Moskova da giderek açılacaktır. Benim dediğim şu, bu Türk ulusları, giderek doğal bir süreçle otonomlaşacaklar. Hatta bir noktada Moskova dahi ayrılmalarının Rus halkı için daha hayırlı olacağı düşüncesine varabilir.

 Ben demiyorum ki Türkiye Sovyet imparatorluğunun çöküşünü hızlandıracak bir tutum alsın. Orada olanlara sempati duyması, ilgi göstermesi, oralardaki entelektüel gelişmeye ışık tutması yeterli.

   Hatta Sovyetler dahi bu yönde bir role olumsuz bakmayabilir. Eğer Türkiye rasyonel, vakur ve istikrara dönük yapıcı bir tutum alırsa, Sovyetler bunu fanatik ırkçı milliyetçiliğe, din savaşlarına tercih eder.

— Dış politika ve ulusal güvenlik konularına duyarlı eski Başbakan Bülent Ecevit'in bu yönde bir gözlemi var..

FULLER — Evet okudum. Moskova, Orta Asya ve Azerbaycan'ın büyük değişikliklere gebe olduğunun farkında. Zaten Gorbaçov'un politikalarının mantığı da buna dayanıyor. Türkiye eğer yapıcı düşüncelerle ortaya çıkarsa Moskova buna "hayır" demez. Nitekim İran ile boşuna iyi bir ilişki kurmaya çalışmıyorlar. Yangına benzin döken yayınlar yerine İslamın fanatikleşmemesi için yardım etmesini istiyorlar. Ama İran bunu yapabilir mi, bilmiyorum. Oysa Türkiye düşünceli ve yapıcı bir rol oynayabilecek pozisyona sahip.

— Peki sizce oradaki olayların temel motivasyonu nedir?

FULLER — Azerbaycan'a henüz gitmedim, ama daha 1910'larda, 20'lerde dahi Azeriler Türkiye'ye bakıyorlardı. Azeriler elbette İran'a da bakar, çünkü orada 9, 10 milyon ırkdaşlan var. Ama ben etnik kökenleri dinden ayırmakta son derece zorlanıyorum, bu, âdeta imkânsız. Orta Asya'daki İslam hareketi de milliyetçilik hareketi de aynı. Çünkü yapanlar hem Türk hem Müslüman. İçlerinde bir tek Tacikler Türk değil. Her ne kadar din ve ırk konusunun birbirinden soyutlanarak incelenmemesi gerektiğini düşünüyorsam da ben yine de son tahlilde İslamın değil, Türklüğün daha ağırlık kazanacağını düşünüyorum.

— Bu süreçte Moskova'nın tutumu ne olur ?

FULLER — Baksanıza Litvanya açık açık birlikten ayrılmayı konuştu. Moskova da "lütfen ayrılmayın" gibi laflar etti. Kim ne derse desin, Azerbaycan'a askeri birlik gönderilmesinin bence asıl nedeni, siyasi gelişmeleri durdurmak değil, "kamu düzenini sağlamaktı ."

    Azeri Halk Cephesi, Komünist Parti'den daha güçlü ve Moskova da bunu sessizce kabulleniyor, tanıyor. Rus Savunma Bakanlığı açıkça onlarla müzakere yapılmasını istedi.

   Bir de Rus milliyetçi akımları var. Bunlar Rus olmayan Sovyet milletlerinin, Rusya'da gerçek bir demokrasinin yerleşme şansını azalttığını düşünüyor. Demokrasinin, bu milletleri silah zoruyla bir arada tutmaya kurban gideceğini düşünüyorlar. Henüz parti bunu söylemiyor, ama insanlar bunları yazıyor, tartışıyor. Öte yandan diyelim ki bu milletler otonomlaşırsa, hatta bağımsızlık kazanırsa bu, Sovyetler'in onlarla yakın bir ticari ilişkide olmayacağı anlamına gelmez.

   Petrol çıkıyorsa, petrolü satarsınız. Bu insanlar Rusça biliyor, Moskova'nın nasıl çalıştığım, sistemi biliyor. Hatta bu insanlar Ortadoğu ile Moskova arasında ticari aracılık dahi yapabilirler. Demiyorum ki ayrılmaları Sovyet ekonomisini etkilemez, ama ayrılmaları halinde dahi yakın ticari ilişki sürdürme kapısı açık tutulur. Öte yandan bu milletlerin de Ruslara ihtiyacı var. Hatta özel bir ortak pazar dahi kurabilirler. Veya İngiliz milletler topluluğu gibi bağımsız ama özel statülü bir formül bulabilirler. Belki bazıları bağımsız olabilir, diğerleri istemeyebilir. Gürcistan ve Ermeniler, Azerilerden farklı bir bağımsızlık veya otonomi yolu izleyebilir.