Bugün 27 Mayıs 1960 Devrim Hareketi’nin 54. yıldönümüdür. 27 Mayıs sonrası kurulan Yassıada Mahkemeleri sonrası üç siyasi kişiliğin idam kararına çarptırılmaları, bu kararların infaz edilmesi, oluşan acıma duygusu nedeniyle 27 Mayıs hareketi objektif ve nesnel olarak değerlendirilememiştir.
27 Mayıs, tipik modelde bir askeri darbe mi, yoksa yeni çığırlar açan bir devrim hareketi midir? Bu soru, 1950-1960 dönemi nesnel olarak analiz edilmeden, DP’nin icraatlarının evrensel hukuk ve evrensel demokrasi kuralları çerçevesinde irdelenmeden doğru yanıtlanamaz. Bu nedenle satır başlarıyla gelişmeleri belirtmeliyiz.
DP’nin devrimlerden verdiği ödünler
Demokrasi ve özgürlük bayrağını eline alarak iktidara gelen Demokrat Parti (DP), işe önce Atatürk’ün aydınlanma devriminden ödünler vererek başladı. Din duygularının siyasal alanda önemli bir “istismar” aracı olarak kullanılması, Arapça ezan konusu, Kuran kurslarının genişletilmesi, din derslerinin zorunlu hale getirilmesi gibi...
Çok partili sisteme girişle birlikte haklı-haksız eleştiri oklarının yoğunlaştığı Köy Enstitüleri, DP tarafından 1954 yılında kapatıldı. Tüm yurda yayılmış olan ve sayıları beş bini aşan Halkevleri ve Halk Odaları kapatıldı. İktidarı kendi eliyle barış içinde devreden CHP’nin bütün malları elinden alındı.
Atatürk’ün Tam Bağımsızlık ilkesi unutuldu, tüm dünyada kurtuluş ve bağımsızlık savaşlarına karşı tutum alındı. Süveş Kanalı’nın millileştirilmesi olayında Mısır lideri Nasır’ın yerine İngiltere’nin; Fas ve Tunus’ta bağımsızlık için ayaklanan devrimci halkların yanında değil, Fransa’nın ve Cezayir’de bağımsızlık için savaşan halkın yanında değil, bu hareketi katı bir biçimde bastırmaya çalışan Fransa’nın yanında yer aldı. İran’da petrol yataklarını millileştirme kararı alan Başbakan Dr. Musaddık’ın yanında değil, emperyalist güçlerin yanında yer aldı.
Bu örnekler, dünyada ilk bağımsızlık savaşı veren Atatürk’ün temel çizgisinden sapıldığını, kapitalist ve emperyalist cephenin yanında yer alındığını gösterir.
Başbakan Menderes, aydınlanma devrimlerini “halk tarafından tutulan ve tutulmayan” devrimler olarak ikiye ayırıyor ve DP grubuna, TBMM çatısı altında “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” diyor ve Atatürk devrimlerinin temel felsefesine karşı olduğunu açıkça belirtiyordu.
Özgürlükçü ve demokrat olduğunu iddia eden DP, kendisine oy vermeyen Abana ilçesini belde, Kırşehir ilini de ilçe statüsüne indirdi. Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay’daki yüksek yargıçları gerekçe göstermeden görevlerinden alıp emekli etti. Basın özgürlüğüne darbe indiriliyor, gazeteciler hapse atılıyor, yolsuzlukları yazan gazetelere bu yolsuzlukları ispat etseler bile büyük cezalar veriliyordu.
6-7 Eylül 1955 tarihi DP ve Türkiye için kara gündür. O gün özellikle İstanbul’da büyük olaylar yaşandı. Azınlık yurttaşlar ölümle karşı karşıya geldiler, mallarını yitirdiler. Rum kökenli yurttaşların evlerine, mallarına saldırıldı. Bütün dünya’da bu olayları DP’nin düzenlediği kesin kabul görmektedir. Zaten bu nokta, Yassıada Mahkemesi tarafından da tartışmasız saptanmış bulunmaktadır.
DP, ülkeyi cephelere ayırdı. “Vatan Cephesi” adını verdiği bir teşkilat kurdu. Devlet radyosu (o yıllarda henüz TV yok) her gün Vatan Cephesi’ne girenlerin adlarını listeler halinde veriyordu. Vatandaşlar, siyasal iktidarın kararıyla,Vatan Cephesi’ne girenler ve girmeyenler olarak ikiye bölünmüştü. Köylerde, beldelerde kasabalarda kahveler birbirinden ayrılmış, vatandaşlar birbirine düşman edilmişti.
Siyasi konuşma yapmak için Kayseri’ye giden muhalefet partisi lideri İnönü kente sokulmadı. Uşak İl Kongresi’ne gittiğinde taş atılarak başından yaralandı. Uşak’tan İzmir’e geçince, kentte olaylar oldu ve muhalefet yapan Demokrat İzmir adlı gazete DP’li militanların saldırısına uğradı ve matbaa makineleri parçalandı. Muhalefet liderinin, İzmir’den İstanbul’a gelişinde Topkapı’da DP militanları tarafından yolu kesildi. Gözü dönmüş militanlar tarafından arabasından indirilerek linç edilmek istendi.
Tahkikat Komisyonu bardağı taşırdı
Olaylar hızla gelişirken, iktidarın başı, barış ve yatıştırma yerine nefret söylemine güç veriyordu. Üniversite öğretim üyelerine “kara cüppeliler” diye hitap ediyor, muhalefeti hırçınlık ve ihtilalcilikle suçluyordu. En sonunda 18 Nisan 1960’ta, Meclis’te kısa adı “Tahkikat Komisyonu” olan bir komisyon kuruldu. Daha sonra bu komisyona olağandışı yetkiler veren bir yasa kabul edildi. Bu yetkilere göre, komisyon gazeteleri kapatabiliyor, matbaa ve makinelerine el koyabiliyor, siyasal toplantı ve yürüyüşleri yasaklayabiliyor, istediği kişileri tutuklayıp hapse atabiliyordu. Üstelik bu kararlar kesindi, bu kararlara karşı hiçbir merciye ve makama itiraz edilemiyordu.
Şimdi sormak gerekiyor: Böyle bir komisyon ve ona verilen böylesi yetkiler demokrasiyle, hukuk devletiyle bağdaşabilir mi?
Bu komisyona ait yetki tasarısı Meclis’te konuşulurken söz alan muhalefet lideri İsmet İnönü’ye 12 celse Meclis’ten çıkarılma cezası verildi. Milli Mücadelenin Batı Cephesi Komutanı, Atatürk’ün en yakın silah ve çalışma arkadaşı, eski Başbakan, eski Cumhurbaşkanı ve 1950’de yapılan dürüst seçimlerle siyasal iktidarı barış içinde DP’ye devreden İnönü, TBMM’den atılmıştı, cezalandırılmıştı.
Azınlıkların mallarına saldırılmasını düzeleyen, kendisine oy vermeyen bir vilayeti ilçe yapan, vatandaşları Vatan Cephesi ve karşı cephe olarak değerlendirip cepheleştiren ve Meclis’te bir komisyon kurarak, o komisyona yürütme ve yargı gücü veren bir başka demok-ratik ülke var mıdır? Bütün bu yapılanlar demokrasi, anayasa ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşabilir mi? Bu yapılanlar İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ile bağdaşabilir mi?
Gençlik başkaldırıyor
Tahkikat Komisyonu’na olağanüstü yetkiler veren yasanın kabul edilmesi, bardağı taşıran damla olmuştu. 28 Nisan 1960’ta sabahtan itibaren İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde gençler hareket halindeydiler. “Hukukun çiğnendiği bir ülkede hukuk okunamaz” diyorlardı. Üniversite bahçesinde Atatürk heykeli önünde her fakülteden gençler toplanmıştı. Bir bildiri okuyup dağılacaklardı. Polis aşırı güç kullandı. Tüm öğrencileri Beyazıt Meydanı’na püskürttü, Üniversite Rektörü polisler tarafından yerlerde sürüklendi, sonunda Malatyalı 22 yaşındaki Turan Emeksiz polis kurşunuyla öldürüldü. Birçok genç yaralandı. Olaylar bir gün sonra, 29 Nisan 1960’ta Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne sıçradı.
Muhalefet partileri, üniversite gençliği, aydınlar, basın ve ordunun geniş bir cephe oluşturmasıyla, 27 Mayıs 1960’ta DP iktidarı yıkıldı. 27 Mayıs; oluşumu açısından, geniş kitleler tarafından desteklenmesi, emir-komuta zincirinin dışında gelişmesi, iktidarı alır almaz demokratik bir anayasa yaparak genel seçimlere gideceğini ilan etmesi açısından çok değişik niteliklere sahiptir. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül aynı kefeye konulup değerlendirilemez. 12 Mart muhafazakâr, tutucudur. 12 Eylül karşıdevrimcidir. 27 Mayıs aydınlanmacı, ilericidir. 27 Mayıs’ın en büyük ürünü hukuk devleti ilkelerine bağlı, ilerici bir Anayasa yaratmasıdır. Başlı başına bu Anayasa büyük bir devrimdir. 27 Mayıs 1960, gerçek bir toplumsal değişimi ve dönüşümü simgeleyen bir devrim niteliğindedir.
1961 Anayasası
1961 Anayasası, kıvançta ve tasada birlik; esin kaynağı milli mücadele ruhu olan Türk milliyetçiliği, yurtta barış dünyada barış ilkesine dayanan barışcılık ilkesi, her alanda çağdaş uygarlık düzeyine erişme ve onu aşma hedefini amaçlayan Atatürk Devrimciliği kavramlarını ön plana çıkardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin, insan haklarına dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunu tartışmasız kurallaştırdı.
27 Mayıs 1960 Devrimi ve onun yarattığı 1961 Anayasası, Türk toplumunun 200 yıllık uygarlaşma hareketinin, çağdaşlaşma ve demokratikleşme mücadelesinin doruklara ulaşmasıdır.
Dr. Mehmet Alev Coşkun
Aydınlık / 27.05.2014