21 Mayıs 2014 Çarşamba

BARIŞ DOSTER ODA TV'DE YAZDI: ABD ılımlı İslam'dan vaz mı geçti ?

Beyaz, Batılı, Hristiyan adam, emperyalist batı, her şeyi sömürdüğü gibi, dini de sömürür. Komünizme, üçüncü dünyadaki bağımsızlıkçı, millici, antiemperyalist akımlara karşı dinciliği destekler. Hristiyan Misyoner okulları açan odur. Osmanlı’nın son döneminde kurulan İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin üyeleri arasında Sultan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, İskilipli Atıf Hoca, İngiliz ajanı Sait Molla gibi isimler yok mudur? Yeşil Kuşak Projesi kapsamında; Afganistan, Pakistan, Türkiye, Mısır’da İslamcı siyasetleri, örgütleri, diktatörleri, darbeci generalleri destekleyen odur. Taliban’dan El Kaide’ye, Müslüman Kardeşler’den AKP’ye, tarikatlardan cemaatlere muhtelif yapıları destekleyen odur. Refah Partisi’nde siyaset yaptıkları günlerden başlayarak, AKP kurucularına verilen ABD-AB desteğini, bizzat Necmettin Erbakan’ın değişmez kurmaylarından Şevket Kazan açıklamıştır. Türkiye üzerinde artan ABD etkisine koşut olarak, en çok açılan okulların imam hatip okulları, ilahiyat fakülteleri olması da, üzerinde önemle, özellikle, öncelikle durulması gereken bir konudur.
 
Yurt sevgisi, yurttaşlık bilinci yerine, ya sözde din eğitimi veren mektepler üzerinden emperyalizmin müttefiki bir dincilik, ya da sözde laik, çağdaş eğitim veren, yabancı dil öğreten kolejler üzerinden Batıcı, bireyci, bencil bir dünya görüşü dayatılmıştır. Sonuçta çoğunlukla ortaya kültürsüz müşteriler, tüketiciler çıkmıştır. Öyle ki, dine saygılı, muhafazakâr, mümin, mütedeyyin, mukaddesatçı partinin mebusu, genel başkanını peygamber olarak yüceltmiş, bir başka mebusu, hırsızlığı, “günah işleme özgürlüğü olarak” tarif etmiş, bir diğeri ise Bakara Suresi’yle, “Bakara makara” diyerek alay etmiştir. Laik, çağdaş kolejleri bitirenlerin büyük bölümü ise halka yabancılaşmış, Batı'ya kapağı atmak için kırk takla atar hale gelmiştir. 
 
Batılı, beyaz adam, kendisini, dinini, medeniyetini üstün, ötekileri ikinci sınıf görür. Kendi değerlerini dayatırken, kendisinin ulaşılmaz olduğunu vurgular. Asya’yı, Afrika’yı, doğuyu, İslam’ı, kara derilileri, Çin, Hint, İran, Türk, Slav medeniyetlerini Batı medeniyetinden aşağı sayar. Bizim İslam coğrafyası, Türk coğrafyası dediğimiz bölgeler, onun için öncelikle petrol ve sömürge coğrafyasıdır. Ülkemizde de yakından bilinen Samuel Huntington din temelli bir medeniyet tanımı yapmış, dünyayı Batı ve gerisi (west and the rest) diye ayırmıştır. BOP ve İslam karşıtlığı için hayli fikri, siyasi malzeme üretmiştir. 1996’daki Türkiye ziyaretinde, baklayı ağzından çıkarmıştır: “Uygarlıklar arası çatışma denetim altında tutulmalı, bu bağlamda inisiyatif her uygarlık grubunun lider ülkesi tarafından üstlenilmeli. Çoğu uygarlık grubunun bir veya birkaç lider ülkesi var, İslam’ın yok” (Milliyet, 09. 09. 1996).
1996’da Erbakan başbakanlığında Refahyol Hükümeti kurulurken, ABD’ye, İsrail’e, AB’ye, NATO’ya gerekli güvenceler verilmiştir. Tansu Çiller’in ABD’ye olan yakınlığı müsecceldir. O günlerde, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Nicholas Burns de, hükümete verdikleri desteği ve Türkiye’nin laik olup olmamasını umursamadıklarını pek güzel ifade etmiştir: “Daha önce Türkiye’de laikliği desteklediğimiz ya da karşısında olduğumuz hakkında bir açıklama yaptığımızı hatırlamıyorum… Türkiye ile ilişkilerimizin temel unsuru NATO’daki savunma ittifakımızdır. Türkiye ile ilişkilerimizin devamının en önemli nedeni NATO’dur… NATO’nun kuruluşunu sağlayan Roma Antlaşması’nda laikliğe herhangi bir atıf olduğunu sanmıyorum, ama demokrasiye sürekli atıf vardır” (Hürriyet, 17. 07. 1996). 
 
Huntington’un, “Medeniyetler Çatışması” adlı eserinde atıfta da bulunduğu ABD’li tarihçi, siyaset bilimci Bernard Lewis, BOP’un fikir babalarındandır. İslam dünyasını, Ortadoğu’yu, Türkiye’yi iyi bilen Lewis’in, pek çok eseri dilimize çevrilmiş, 1998’de Çankaya’da Atatürk Barış Ödülü almıştır. Modern Türkiye’nin Doğuşu adlı çalışmasında Atatürkçülerin hoşuna gidecek sözler etmiş, İslam’ın Krizi adlı eserinde Türk modernleşmesinin başarılı olmadığı tezine yakın durup, İslamcılardan destek görmüştür. İngiliz ve Fransız emperyalizminin Osmanlı Devleti’ni nasıl böldüğünü de anlatmıştır, hilafetin tasfiyesinin İslam dünyasını nasıl olumsuz etkilediğini de. Bush’un Irak siyasetini övmüştür, işgalin Araplara ve İslam’a karşı değil, terörizme karşı yapıldığını öne sürmüştür. ABD patentli “ılımlı İslam”a ve BOP’a sahip çıkılmasını istemiştir.
 
ABD, “ılımlı İslam”ı dayatırken, tüm siyasi, iktisadi, toplumsal, kültürel, bilimsel, teknolojik araçları kullanmıştır. Algıları yönetip, toplum mühendisliği yapmıştır. İslam dünyasındaki iç dinamikleri kullanırken, mesela, Suriye’deki iç savaşta görüldüğü üzere, masum insanların kafasını kesip, bu görüntüleri, karşı oldukları Batının icadı olan kameralarla, cep telefonlarıyla kaydedip, yine Batı icadı sosyal medyaya yükleyenleri öne çıkarmıştır. Ama bu vahşeti yapanların, Esad’a karşı, ABD ile aynı safta olduklarını gizlemeye çalışmıştır. Ne kadar barbar olduklarını gösterip, ılımlı İslam’ın destek bulması için zemin hazırlamak istemiştir. Kendi desteklediği bu teröristleri vahşi olarak gösterip, ABD askerlerinin Ebu Gureyb hapishanesinde Iraklı esirlere yaptığı işkenceleri unutturmaya çalışmıştır.
 
EMPERYALİZMİN SİYASAL PROJESİ OLARAK ILIMLI İSLAM
Gerilere gidelim. 2004’te ABD’li sosyolog Cheryl Bernard, CIA ile yakınlığıyla bilinen Rand Corporation’ın desteğiyle hazırladığı, parasını Richardson Vakfı’nın verdiği “Sivil Demokratik İslam: Ortakları, Kaynakları ve Stratejileri” başlıklı raporda, ılımlı İslam’ı öne çıkarmış, 2007’de, ilkinin devamı niteliğinde bir rapor daha yazmış, somut öneriler getirmiştir. Bernard, Afgan kökenli ABD’li diplomat, siyasetçi Zalmay Halilzad’ın eşidir. (Attila İlhan, “Laiklik Çeşitlemesi”, Cumhuriyet, 05. 05. 2004 ve Erol Bilbilik, Derin Dünya Devletinin Adamları, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2009).
 
Görülmesi gereken şudur: ABD hedefine ulaşmak için gerektiğinde “laik” siyasetçileri, gerektiğinde “İslamcıları”, gerektiğinde de “İslam korkusunu” (Batıdaki deyimle İslamofobi) kullanır. Siyasal, toplumsal, kültürel düzlemde bu güçleri birbirlerine karşı kışkırtır. Bazen birini, bazen diğerini destekler. Bunu yaparken, hem kendi kamuoyunu, hem batılı ülkelerin kamuoyunu yönlendirir. Politikalar, medyayla, Hollywood yapımlarıyla, üniversitelerle halka benimsetilir. Kitle psikolojisi imal edilir, toplum ikna edilir. Örneğin; Afganistan’da SSCB’ye karşı bir zamanlar ABD adına savaşan “mücahitler”, aniden “İslamcı teröristler” olurlar. “İslamcı terör”, “demokrasi ve özgürlükler açısından bir tehlike olarak” kamuoyuna sunulur. Jimmy Carter, Ronald Reagan, baba – oğul Bush’lar fark etmez. Tüm başkanlar bu politikaları uygulamıştır. ABD yurttaşı Araplar, İranlılar, genel olarak Müslümanlar bu durumdan kolayca etkilenebilirler. Oğul Bush ile özdeşleyen “İslami teröre karşı Haçlı seferi” söylemi, Cumhuriyetçi ya da Demokrat, beyaz tenli veya esmer tenli, göbek adı George ya da Hüseyin fark etmez, her başkan döneminde yürürlüktedir. Bu anlayış gümrük kapılarından göçmenlerle ilgili düzenlemelere, yurttaşlık yasasından terörle mücadeleye kadar her alanda etkilidir. ABD ve NATO için artık “öteki” komünistler değil, Araplar, Müslümanlar, Ortadoğululardır. Huntington ve Lewis’in yanına, “İyi ve kötü İslamcılar arasında ayrım yapmaya gerek yok, çünkü İslamcılar arasında batıyı yenmek için uzlaşı var” diyen gazeteci Judith Miller, Başkan Bill Clinton’un Ulusal Güvenlik Konseyi’nde görev yapmış Daniel Pipes, Martin Indyk, Jeane Kirkpatrick de eklenebilir. (Deepa Kumar, “Islamophobia: A Bipartisan Project”, The Nation, 2 Temmuz 2012).
 
ABD’de sadece muhafazakâr çevrelerde değil, çok geniş bir kesimde yaygın olan bu fikir, entelektüel arka planda oryantalist yaklaşımlardan fazlasıyla beslenir. Suç, tüm Ortadoğu’ya, tüm Müslümanlara, tüm Araplara yönelik olarak genelleştirilir. Onlar, giderek olağan şüphelilere dönüştürülür. Ama batıda buna ırkçılık denmez, yargısız infaz denmez, hukuka aykırılık denmez. “Terörle mücadele” denir, “Demokratik düzeni ve halkı koruyacak önlemler” denir. Filistin Kurtuluş Örgütü’ne uygulanan baskı da, 1979’daki İran İslam Devrimi’nin ardından ABD’nin İran’a yönelik politikaları da, Hamas’a, Hizbullah’a karşı alınan önlemler de, ABD’nin desteklediği Taliban ve El Kaide’ye karşı mücadele de, tek sepete konulur. Sepetin adı “İslami terörle mücadeledir”. Medya bu olguyu kitlelere taşır. Müslümanlar tüm kötülüklerin kaynağı olarak resmedilir. Ortadoğu’ya yönelik her müdahaleye halk bu yolla ikna edilir. İç ve dış siyasetteki bu anlayış, ABD emperyalizminin vurucu gücü olan NATO için de varlık nedenidir. Varşova Paktı ve SSCB’nin çökmesiyle işsiz, düşmansız, işlevsiz kalan NATO için “küresel İslami terörle mücadele” varlığını temellendirip, meşrulaşmada çok önemlidir. Ama ihtiyaçlar, ittifaklar, öncelikler, çıkarlar değiştiğinde, bir zamanlar terör örgütleri listesinde bulunan Iraklı Kürt liderler Barzani ve Talabani’nin partilerinin, bu listeden çıkarılacağı açıklanır.
 
ÖNCE KENDİMİZE GÜVENELİM
Mısır’da ABD’nin kendi adamı Mursi’ye sahip çıkamayışını, Sisi’ye itiraz edemeyişini, hatta onunla uzlaşmasını, “Bak, ABD İslamcı örgütleri desteklemekten vazgeçti” şeklinde açıklamak, “ABD, AKP’den vazgeçip, CHP’ye yeşil ışık yakar mı?” diye kahve falı bakmak, “ABD, Suriye’ye saldıramadı, demek ki, radikal İslam’ın orada iktidar olmasını istemiyor” diye düşünmek, siyaseti bilmemektir. Çünkü ABD’nin ılımlı İslam’ın er geç radikal İslam’a zemin hazırladığını saptaması başka, onun nesnel gereksinimleri, öncelikleri, devlet kapasitesi başkadır. Bu bir bilimsel bulgu meselesi veya entelektüel faaliyet değildir. Siyasal güç ve çıkar meselesidir. “Putin, Erdoğan’ın seçim zaferini ilk kutlayan lider, batılı liderler aramadılar” demek, Putin’in Erdoğan’ı çok sevdiğini nasıl göstermezse, Batının AKP’den vazgeçtiğini de göstermez. Bu bir hesap meselesidir. Putin, Ukrayna’da ABD ile mücadele ederken, yeni müttefikler arar. Ülkesiyle Türkiye arasında 40 milyar doları geçen ticaret hacmine bakar. Türkiye’nin doğalgazda Rusya’ya yüzde 65 oranında bağımlı olduğunu, ilk nükleer santral ihalesini Rusya’ya verdiğini unutmaz. Ortadoğu’da yalnızlaşmış, Batı ile arası açık olan Erdoğan’ı daha çok yanına çekmenin yolunu arar. Ama aynı Putin, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ABD tarafından delinirken, Kürecik’e füze kalkanı yerleştirilirken, İran, Suriye, Irak politikalarında Türkiye’yi eleştirir. Türkiye’yi Şanghay İşbirliği Örgütü’ne tam üye yapmaz. Bu da bir strateji meselesidir.
 
Tarihe dönelim. Rus Çarı, Gaspıralı İsmail Bey’in Ceditçi, Türkçü, çağdaşlaşmacı, antiemperyalist hareketine karşı, Kadimistleri, Buhara şeriatçılarını desteklemiştir. İngiltere, Müdafaa-i Hukukçulara karşı hilafeti, saltanatı, Damat Ferit Paşa’yı, Sultan Vahdettin’i desteklemiştir. İngiliz Muhipleri, İslam Teali, Kürt Teali Cemiyetleri’nin, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın kurucuları bilinir. Kuvayı Milliyeciler hakkında verilen “katli vaciptir” fermanı, Anadolu semalarına İngiliz uçaklarından atılmıştır. Londra’nın hesabı, hilafetin manevi gücünü, sömürgelerinde kullanmaktır. Berlin de boş durmamış, Alman İmparatoru’nun Müslümanların koruyucusu olduğu, hatta gizlice İslam’ı seçtiği propagandasını yapmıştır. Yozlaşma, yobazlaşma, yabancılaşma iç içe geçmiştir.
 
ABD eski başkanlarından Clinton’ın, 1994’deki sözleri ders gibidir: “Batı dünyası ile İslam arasında bir barış ve diyalogun kurulmasına engel olan şey, bir kanal eksikliğidir. İslam dünyasının bir başı yok. Hristiyanlığın papalık gibi bir kuruluşu var. İslam dünyasının bu eksikliği, aklına esen teşkilatın kendisini İslam dininin temsilcisi olarak ortaya atmasına yol açıyor. İslam dininin gerçek lideri olsa, onu Beyaz Saray’a çağırır, diyalog başlatırdık”. Kısacası Clinton, ABD güdümünde bir halife istemiştir. CIA ajanlarından olan, bir zamanlar Milli Görüşçü sonrasında AKP’li belediyelerin değişmez konuşmacılarından, Rand Corporation uzmanı Graham Fuller, 1990’da Türkiye’ye şu rolü biçmiştir: “Türkiye geçmişte Ortadoğu için bir modeldi, bugün de olmaya devam ediyor. Hele demokrasi ile İslam’ı bir arada yaşatabilecek bir formül bulunursa, İran ve Arap dünyasına büyük bir öncülük yapmış olacaktır”. Bir başka CIA uzmanı, Türkiye’de istasyon şefi olarak bulunmuş Paul Henze, 1995’de sözünü hiç sakınmamıştır: “Eski Sovyetler’de püriten Vahabi doktrinler, kirlenmeye ve materyalizme karşı panzehir olarak yaygınlaştı. Said-i Nursi’nin öğrencileri olan Nurcular, bilim, modern bilgi ve ciddi modern eğitimin geleneksel olarak İslam’da bulunduğunu savunuyorlar. Türk aydınlarının Nakşibendiler konusundaki kaygıları yapaydır. Türkiye’nin doğusunda ve kasabalarında yaygın olan Nakşibendiler, eski Sovyetler’deki bağımsız Türk cumhuriyetlerinde ortaya çıkan girişimci sınıflar için doğal bir bağlantı işlevini görmektedir”. CIA’nın bir diğer ünlü ismi, İslamcı ve Kürtçü hareketin akıl hocalarından Prof. Dr. Henri Barkey, (hani şu “AKP’yle birlikte Türk ordusunu kafesledik” diyen) 20 yıl önce şöyle demiştir: “Kürtçü – şeriatçı ittifakı iç savaş nedenidir. Çünkü etnik ve dini gerçeğe aykırı hareket edilmektedir”.
 
Siyasal İslam konusunda önde gelen uzmanlardan olan Olivier Roy, çok ses getiren Siyasal İslam’ın İflası adlı eserinde (çev: Cüneyt Akalın, Metis Yayınları, İstanbul, 1994) şöyle yazar: “Amerikalılar İslamlığı hiçbir zaman ideolojik bir düşman olarak görmediler. Radikallerin (ulus devlet yandaşı milliyetçiler) ayağını kaydırmak için, fundamentalist muhafazakârlığı desteklediler: S. Arabistan, Pakistan, Numeyri’nin Sudan’ı. SSCB ve İran’ın yayılmacılığına karşı, her şeye rağmen bir engel olarak düşündüklerinden, Müslüman Kardeşlerin ve bütün muhafazakâr fundamentalistlerin kültürel plandaki Batı karşıtlığını, ehven-i şer olarak kabul ettiler. Körfez Savaşı’na kadar, radikal İslamcıların geniş kesimlerini desteklediler. Afgan Hizb-i İslam örgütü, 1989’a kadar Amerikalılar tarafından silahlandırıldı. Cezayirli FİS ve Tunuslu Gannuşi de öyle… Amerikalılar, S. Arabistan gibi, Pakistan gibi Müslüman müttefiklerine, bazı İslamcı grupların taşeronluğunu da verdiler”.
 
Sözün özü: Türkiye’nin laik olup olmaması, İslam’ın yozlaşıp yozlaşmaması, Türklerin ve Müslümanların sorunudur. ABD’nin değil, çünkü o çıkarına bakar.
 
ODA TV/20.05.2014