2 Kasım 2017 Perşembe

Batı Uygarlığı, Toplumsal Entropi ve Yalçın Küçük

Türk aydınının, küreselleşme projesi ve operasyonlarıyla birlikte içine düşürüldüğü derin kriz; yarılma, kişilik ve kimlik parçalanması, köksüzleşme ve yabancılaşma, günümüzün en temel olgularından biridir. 

Bunun gerisindeki belirleyici etkenin, daha önce de sık sık belirttiğimiz gibi, Yeni Tanzimatçılık olduğunu söyleyebiliriz. Ya da bir kültür olarak aldığımızda, bazılarının kullanmayı daha çok tercih ettikleri Oryantalizm de diyebiliriz buna. Bazı vurgu farklarıyla aynı anlama gelen bu kültür, gerek tarihsel, gerekse toplumsal boyutlarıyla, dünyaya ve olaylara Batı merkezli kalıplarla, şablonlarla ya da Batı’nın emperyalist çıkarlarına göre biçimlenmiş düşünce modelleriyle bakmaktadır. Yenilik, ilerleme, devrim adına genellikle geliştirilen düşünce ve projeler Batılı ölçütlerle test edilmektedir. Yani Batı gerçekliğine göre üretilmiş değerleri kopye etmekten kurtulamayan kişiliksiz, köksüz, hayatı değiştirme iradesinden aciz bir aydın karakteriyle karşı karşıyayız.

Kuşkusuz altını çizerek vurgulamak gerekir ki, söz konusu ettiğimiz Batı, 19. yüzyılın ilerici Batı’sı değil, 20. yüzyılın gerici Batı’sı’dır. Diderot, Rousseau, Robespierre, Goethe, Stendhal, Schiller, Marks, Hugo, Darvin vb’lerin temsil ettiği ilerici/devrimci Batı’nın Aydınlanmacı, akılcı, toplumu ve insanı özgürleştiren değerlere ve ideallere sahipti. Bu değerler, yüzyılın ortalarına kadar zayıflayarak kısmen varlığını sürdürse de, esasen 20. yüzyılın başından itibaren devrimlerin, dünyayı değiştirecek ve insanlığı özgürleştirip geliştirecek dinamiklerin doğuya kaymasıyla birlikte Batı’nın temel değerleri olmaktan çıktı, o coğrafyayı terketti. Kaldı ki, Batı’nın ilerici olduğu 19. yüzyılda bile Türk veya herhangi bir Doğu’lu aydın ve yöneticinin, kendi köklerinden kopup, ona sırt çevirip Batı’yı taklit ederek bir gelişme göstermesi mümkün değildi. Bu da Tanzimat deneyimiyle kanıtlanmış bir gerçekliktir.

Evet, bugün Batı, bizzat kendi ürettiği insanlığın en ileri, gelişmiş ölçütleri açısından da çürüyen, çöken emperyalist gerici bir uygarlıktır. İnsanlığın ilerici, özgürleştirici bütün dinamiklerini, işçi sınıfı ve sosyalizm dahil, akılcılık dahil, çürütmüştür, soysuzlaştırmıştır, kirletmiş ve terketmiştir. Akılcılık ve bilim ancak emperyalist tekellerin yüksek kâr hırsına hizmet ettiği sürece bir değere sahiptir. Bilimsel Sosyalizmin 20. yüzyıldaki bütün pratikleri bunu kanıtlamaktadır. Gerçeği öğrenmek isteyen, bunun için araştırma zahmetine katlanan herkes için bugün gibi açıktır.

***
Bugün, emperyalist Batı’ya ve Batı merkezli, Batı denetimli, Batı projesi içerikli gelişmelere yaklaşımda, tavırda çok daha belirleyici ve yaşamsal rol oynayan, Türk aydınını öyle veya böyle davranmaya zorunlu kılan daha derin bir gerçekle karşı karşıyayız. Bu olgu; Batının “kendi içine çökerken”, deyim yerindeyse bir karadeliğe ya da büyük bir bataklığa dönüşürken etki alanındaki bütün toplumsal, düşünsel, estetik ve yaşamsal canlılığı, enerjiyi temsil eden yapıları da çözen, dağıtan, çürüten bir toplumsal entropidir. Günümüzde Türk aydınının tarihsel ve toplumsal görevlerini yerine getirebilmesinin temel koşullarından biridir entropik çözülmeye karşı direnmek; onun çekim alanından kurtulup yeni bir uygarlığı kurmanın enerjisini, iradesini üretmek.

Toplumsal entropiyi, özellikle sosyalistler, devrimciler açısında günümüzün somut gerçekliği içinde daha anlaşılır bir biçimde açıklamaya çalışalım. Somut soru şudur: Yeni bir toplum kurmak istiyor muyuz, istemiyor muyuz? İstiyorsak, yeni toplumu, yeni dünyayı kurma, hayatı kökten değiştirme bilinci ve iradesinin zorunlu pratik adımı olarak örgütlenmek, partileşmek zorundayız, bunun başka bir yolu yoktur. Bu tavır, liberalizmin yücelttiği bencil ve örgütsüz/partisiz bireyde somutlaşan entropik dağılma ve sıradanlaşmaya direnmenin, onun bilincini, iradesini üretmenin önemli bir adımıdır.

Daha da önemlisi, ideolojik, siyasal ve kültürel olarak Batı uygarlığının gelecekle ilgili umut verici, iyimserlik taşıyan hiç bir olumluluğu kalmamıştır. Batı’da egemen kültür “Tüketim Toplumu” kültürüdür; asalak, hazırcı, yağmacı bireyin yüceltildiği bir toplumdur bu artık. Üretici, yaratıcı, çalışkan, geleceği düşünen insana değer verilmeyen mafyalaşmış bir kültürdür bu. Tüketim manyağı olmuş, yalnızlaşmış bireyin, anı yaşamayı, gününü gün etmeyi, geçmişi ve geleceği düşünmemeyi, tarihsizliği, tarih dışına kaçmayı erdem saydığı bir toplum.

Marks, “Alman İdeolojisi” adlı kitabında, insanlar iki tür üretim etkinliğinde bulunurlar; birincisi üreyin, yani çocuk yapma, ikincisi de üretim, temel ihtiyaçların sağlanması etkinliğidir, der. 

Emperyalizmin asalaklığının ve çürümüşlüğünün merkezi olan Batı’da, nasıl üretici insanın yerini budala tüketici almışsa, aynı şekilde, gelecek umudunun tükenmesinin bir parçası olarak üreyim konusundaki insani-içgüdüsel eğilim de büyük ölçüde zayıflamıştır. Bunun somut kanıtı mı; ABD, İngiltere, Fransa, Almanya vb bütün Batı toplumlarında eşcinsel evlilikler resmileşmiştir. Bu resmileşme, toplumda güçlü bir eğilim haline gelen ve olağanlaşan, meşrulaşan eşcinsellik olgusunun kendini kabul ettirmesinden başka bir şey değildir. Bunun yanında, ensest ilişkilerin, ruh hastalığının, intihar olaylarının, şiddet, öldürme tutkusunun alabildiğine yaygınlaşma da tabloyu tamamlayan diğer olgulardır.

Avrupa merkezli yeni bir dünya-yeni bir toplum kurma, yani sosyalizm idealinin pratikte denenip başarısızlığa uğradığı son deneyim Paris Komünü’dür. Bu deneyim, Avrupa merkezli bir sosyalizm girişiminin, ne kadar güçlü siyasal-örgütsel yapılar ve öncü iradeler oluşturulursa oluşturulsun, nesnel koşullarının olmadığını gösterdi. Daha sonraki, Sovyet Devrimi’nin büyük fırtınasına rağmen, bir artçı deneyim olarak, 1921 Alman Spartaküs ayaklanmasının yenilmesi de bu tarihsel ve toplumsal olguyu pekiştirdi. 1936 İspanya deneyimi, 1945 sonrası iktidara çok yaklaşan Fransız Komünist Partisi ve daha sonraki Togliatti’nin İtalyan Komünist Partisi deneyimleri, Batı’da 1871’lerde başlayan toplumsal entropinin, dağılma ve çözülmenin giderek arttığını gösterir. İnsanlığı yeni bir topluma, yeni bir uygarlığı taşıma iradesinin ya da enerjisinin giderek sönmekte, tükenmekte olduğunun kanıtlarıdır bunlar.

***
Türkiye sosyalist solunun son 30 yıllık tarihine baktığımızda, iki eğilim çarpışıyor. Bir tarafta, entropik dağılmanın batağında, geleceği, yeni bir toplumu kurma umudunu, enerjisini, iyimserliğini yitirmiş bir kesim var. Bu kesim, farkında veya değil, derin bir çözülme, karamsarlık ve inkarın ağında çırpınan, postmodern kültür akvaryumunda, havuzunda anarşistçe tepkiler gösteren, devrimci iradesini kaybetmiş ya da ulusa karşı bölücü projelere teslim etmiş veya etmeye eğilimli bir “sol” manzarası gösteriyor.

Diğer tarafta ise, karadeliğe dönüşen, çöken Batı merkezli entropik çözülmeye, dağılmaya karşı direnen, Asya merkezli yeni bir toplum projesini, programını hayata geçirmeyi amaçlayan, Vatan Partisi’nin merkezinde olduğu bir hareket var. 

Bu iki karşıt eğilim sadece partili, örgütlü mücadele noktasında kendini göstermiyor. Çünkü kendini sosyalist olarak tanımlayan başka partiler de var. Entropiye karşı, iktidarı hedefleyen devrimci, kurucu, yapıcı ve birleştirici irade, Vatan Partisi’nin diğer bütün diğer düşünce ve uygulamalarında da geçerlidir. Türkiye’nin devrimci dinamiklerini birleştiren, ABD merkezli emperyalist siyasetlere karşı ülke gerçekliğinden ürettiği program, strateji ve siyasetleriyle bunu her bakımdan kanıtlayan, bütün bunları ulusun gündemine getirebilen bir parti.

Başka bir deyişle, tamamen Batı merkezli, Batı’dan üretilen ve yayılan çürüme, çözülme ve dağılmanın, entropinin karşısında direnmenin, bugün siyasetten kültüre, sanata, ahlaka her alanda yaşamsal önemde olduğu bilinmelidir. Bu direniş, kuşkusuz, Batı’nın terkettiği aydınlanmacı, akılcı, hümanist birikimi devralan Asya merkezli yeni bir uygarlık, yeni bir insan, yeni bir kültür ve sanat demektir.

***
Yirmi birinci yüzyılın bu tablosunu, bu büyük gerçekliğini görmeyen, kavrayamayan bir aydının, sanatçının ya da bir sosyalistin vay haline!.. Buna göre duruşunu, bakış açısını yenilemediği, netleştirmediği sürece kişinin karadeliğin entropik çekim alanından kurtulabilmesi olanaksız görünüyor. Ülkemizin içinde yaşadığı, salt siyası değil aynı zamanda kültürel, ahlaki, estetik krizin de en temel nedenidir bu. Siyasette Türk aydınına yeni mandacılık ve yeni Sevrcilik olarak dayatılan kriz, kültürel alanda, edebiyat ve sanatta postmodernizm olarak dayatıldı.

Tabloya daha yakından baktığımızda neleri görüyoruz?

Türkiye’nin düşmanı olmayı, ihaneti seçmiş, ABD’ye piyonluk yapan PKK ve FETÖ’yü konumuzun dışında tutuyorum. Öncelikle CHP yönetimi olsun, AKP olsun, İyi Parti ve MHP olsun mevcut düzen partilerinin Türkiye’ye savaş açan ABD merkezli Batı ile bağlarını hâlâ neden koparamadıklarının ekonomik ve siyasi açıklaması zor olmasa gerek. 

Ancak, örneğin Ataol Behramoğlu’nun Türkiye’nin Batı uygarlığından kopup Avrasya cephesinde yer almasına neden karşı çıktığının açıklamasını ancak yukarıdaki tablo çerçevesinde bulabiliyoruz. Onun mantığına göre, emperyalist de olsa, çökse de dağılsa da Batı’dan kopmamalıyız. İkinci olarak, Prof. Yalçın Küçük’ün, Doğu Perinçek’in Soner Yalçın’a eleştirel mektubuna cevap niteliğinde, bilimsellikten ve gerçeğe bağlılıktan uzak, hakaretler içeren, hezeyanlı, bilgi yanlışlıkları ile dolu yazısının bütününe baktığımızda ise, entropik çöküş, dağılış, çözülüş kültürünün yansımalarını, dışa vurumlarını görmekteyiz.

Küçük’ün, Perinçek’i TİP’e karşı yıkıcılıkla ve yalancılıkla suçlarken değinmesi gerektiği halde atladığı, 1968’lerdeki SD (Sosyalist Devrim) ve MDD (Milli Demokratik Devrim) tartışmalarında, kendisi Sosyalist Devrim stratejisini savunduğu bilinmekte. Ve yazıdaki bir çok tartışma konusunun, çarpıtmanın esas kaynağını, bu iki devrim stratejisi ve yorumu arasındaki 50 yıllık temel saflaşma ve tartışmanın oluşturduğu da hiç unutulmaması gereken bir gerçektir. 

1980’lerden sonraki Küresel karşı devrim sürecinde çok açık bir şekilde ortaya çıktı ki, bırakın sosyalist devrimi, Türkiye’nin ulusal bağımsızlığını, ulusal egemenliğini ve bütünlüğünü tehdit eden küreselci ve Yeni Osmanlıcı saldırıya karşı, Cumhuriyeti yeniden kazanma, yani Milli Demokratik Devrimi ya da Kemalist Devrimi tamamlama görevi daha bitmiş ve aşılabilmiş değildi. Yalçın Küçük’ün, hayat tarafından yanlışlanan stratejik ve siyasi düşüncelerinin odağında ise, Türk Devrimi’nin ulusal karakterine Batı merkezcilikten kaynaklanan bir karşıtlık ve Türk kimliğine, devrimci Türk milliyetçiliğine karşı tepki yatmaktadır.

1980’lerden sonraki, ulusal devletleri ortadan kaldırmayı, onları parçalayıp küçük devletçiklere dönüştürmeyi stratejisinin merkezine koyan Kürelleşme Projesinin ayartmalarına aldanan, teslim olan bütün sol örgüt ve kişiler, ciddi bir devrimci irade gösteremeden dağıldılar ya da ufalanıp marjinalleştiler. Veya ABD piyonu bir örgütün, PKK’nın kuyruğuna takılmaktan kurtulamadılar. Çünkü, ABD ile Türkiye arasındaki bir savaşın her şeyi belirlediği bu yeni dönemin gerek iç, gerekse dış çelişmeleri, emek-sermaye çelişmesinin esas alındığı bir programın ve siyasal mücadelenin gerçekçi olmadığını kanıtladı. Ayrıca bir süre Sosyalist Devrim stratejisi için “umut verici” bir görünüm sergileyen yeni TKP, Türkiye gerçekliğinin dayattığı Kemalist, ulusalcı siyasetler ile emek-sermaye çelişmesine dayanan dar, sekter, dışlayıcı çizgi arasındaki karşıtlığın ürünü olan iç tartışmalar sonunda bölündü ve etkinliğini yitirdi.

Bütün bunlar şunu gösteriyordu: Milli Demokratik Devrim stratejisi, sadece ekonomik ve siyasi olarak emperyalizme ve ortaçağa karşı mücadeleyi içermiyordu. Aynı zamanda, Bilimsel Sosyalist teori ve pratik dahil, düşünsel, kültürel her alanda Batı merkezliliğe, küreselci emperyalist -bugün postmodern- kültüre karşı bir mücadeleyi ve alternatif üretmeyi içeriyordu. Özetle MDD, 20. yüzyılda bütün devrimlerin gerçekleştiği ülkelerin deneyimleriyle de kanıtlandığı gibi, ulusal özgünlüklere dayanmayı esas alıyordu. Batı merkezli düşüncelerin, teori ve pratiklerin devrimci ve gerici yanlarını ayrıştırarak benimsemeye özel önem veriyordu ve vermektedir.

***
Yalçın Küçük’ün sosyalist kimliğinin gerisindeki Sosyalist Devrim stratejisi, emek-sermaye çelişmesinin temel olduğu kapitalist Batı’ya özgü sosyalizm teorisinin bir uzantısıdır, bir devamıdır. Hatta, Sosyalist Devrim teorisini hâlâ savunan devrimci dostlara en ufak bir haksızlıkta bulunmak istemem, Yalçın Küçük bu tür tartışmaları da “aşmış” durumda, İslamcı ortaçağ gericiliğine karşı Batı’nın, emperyalizmin desteğine sığınmayı, onunla işbirliği yapmayı ilericilik olarak vaazedebiliyor.

Bu düşüncenin, sosyalizm hedefini gerçekleştirmek içim, en gelişkinleri Batı’da olan benzeri düşünce ve siyasetlerle işbirliği, kader birliği içinde olması çok doğaldır. Oysa, son 30 yılın deneyimi Batı solunda başkalarının da yararlanacağı böyle bir enerjinin kalmadığını gösteriyor. Bu nedenle, görünüşte “sistem karşıtı”, sözde “radikal”, bir çok solcu arkadaşın yüreğinin yağını eriten bir solculuk gösterisinden öteye gitmeyen Batı merkezci sosyalizm, ya da Yalçın Küçük’ün sosyalizmi, ulusal gerçeklerden kopuk, ulusal bağımsızlık diye temel bir kaygısı olmayan, şizofrenik bir aydın davranışından öte bir anlam taşımıyor. Ayrıca değer verdiğimiz o büyük entelektüel birikimin neresinde “bir kilo bala bir gram zehir” karıştığını bulmaya çalışıyoruz.

***
Sorun nerede? Neden Yalçın Küçük örgütlü, partili bir bütünlüğü, birleştiriciliği karşısına alan, ben merkezci, dağıtıcı, tartışmaları düşüncelere ve siyasetlere değil kişilere indirgeyen bir davranış içine giriyor? Partili bütünlüğün, birleştiriciliğin, devrimci bir irade merkezinin adresi illa ki Vatan Partisi olmak zorunda değildir; ama en az 50 yıllık deneyim gösterdi ki, dünyayı değiştirmek ve Türkiye’yi devrime götürmek iddiasında olan bunu kanıtlamak, bunun seçeneğini yaratmak zorundadır. Oysa Yalçın Küçük bu 50 yıllık dönemde, bırakalım devrimci bir irade üretmeyi ve bunu örgütlü bir güce dönüştürmeyi, üyesi olduğu TİP dahil bütün pratiklerde de asıl dağıtıcı, bozguncu rolü oynayan olmuştur. Çünkü, Ego’su, Ben’i kolektif çıkarın, paylaşmanın, birlikteliğin, partililiğin hep önüne geçmiştir. Neden bir bilim insanı olarak, düşüncelerini ve eleştirilerini nesnel toplumsal ve tarihsel olgulara dayandırma çabasına burun kıvırdığını bunlar bir ölçüde açıklıyor. Kanımca onun düşünsel, duygusal ve davranışsal sıkıntısının kaynağına bir ölçüde yaklaştık.

Yalçın Küçük’ün düşünce sisteminin ve toplumsal-siyasi yaklaşımının gerisindeki bütün teori ve tezlerini “Aydın Üzerine Tezler 1830-1980”de bulabiliriz. Burada konumuzla bağlantılı Türk Devriminin niteliğini ve hedeflerini ilgilendiren iki temel tez ya da iddia vardır. Birincisi, Tanzimat Reformlarının ilerici mi yoksa gerici mi olduğuyla ilgilidir. İkincisi ise, milletleşmenin ve Türkçülüğün kapitalizmin ve emperyalizmin yapay, uydurma bir projesi mi yoksa modern çağın nesnel bir gerçekliği mi olduğuyla ilgilidir.

Yalçın Küçük’ün III. Selim ve özellikle II. Mahmut’la başlayan Türk modernleşmesi ile ilgili tezlerinde Tanzimat reformları, Türk toplumunu ilerleten, özgürleştiren ilerici reformlar olarak vurgulanır. Batı’nın özellikle 1850’lerden sonra emperyalist-sömürgeci bir siyasete yöneldiği es geçilir. Tanzimatçılar ve Yani Osmanlılar sanki birbirinin devamı olarak gösterilir. Oysa, gerek Gökalp, gerek Akçura ve gerekse Mustafa Kemal ve arkadaşlarınca ortaya konduğu gibi Tanzimatçılık Batı işbirlikçiliğidir, yerel, ulusal dinamikleri yok saymaktadır, önemsiz görmektedir. Yeni Osmanlılar ise, Tanzimatçılığın devamı değil, karşıtı bir tarihsel rol oynamışlardır. Sıkıntının birinci nedeni, bugün de Tanzimatçılığın teorisini yapmaya devam eden Küçük’ün bu tezinin emperyalizm ve Türkiye gerçekliğinde yanlışlanıyor, çürütülüyor olmasıdır. Kuşkusuz, çağımızın en önemli gerçeği olan emperyalizm ile ezilen uluslar arasındaki temel çelişme ve çözümüne ilişkin bu hastalı bakış, türevi bir çok hatayı da beraberinde getirmektedir.

Küçük; emperyalizmin Tanzimat’la Osmanlıya kapitalist mülkiyet haklarını, bireysel özgürlükleri ve genel olarak Batılı yaşam tarzını dayatırken bunları tamamen biçimsel bir “modenleşme”, “uygarlaşma” vb olarak getirdiğini, yerli ekonomiyi yok ederek Osmanlıyı sömürgeleştirmeyi amaçladığını, 1914’e gelindiğinde bunu da büyük ölçüde gerçekleştirdiğini görmek istememektedir. Yani, ona ve benzer düşünenlere göre, emperyalizm geri kalmış ülkeleri sömürgeleştirse ya da tamamen bağımlı hale getirse de, kapitalist üretim ilişkilerinin, kapitalist piyasanın o ülkede gelişmesi sağlanıyorsa bu ilerici bir şeydir.

Marksizmin bu ekonomist, mekanik yorumunu savunan yaygın bir eğilim var, hâlâ dünyada. En son Büyük Ortadoğu Projesi’yle dayatılan bu değil miydi? Batı’nın özgürlük, demokrasi, insan hakları getirebileceğine hâlâ inanan geniş bir aydın, “sosyalist” kesim yok mu? ABD Irak’ı işgal ederken, Irak Komünist Partisi’nin bu işgali destekleme gerekçesi, emperyalizmin “uygarlaştırma”, “demokratikleştirme” yalanı, pardon sopası değil miydi?

Sıkıntının ikinci nedeni ise, diğer bir tezi olan, Türkçülüğün, Türk milliyetçiliğinin 19. yüzyılda emperyalizmin imal ettiği, “uydurduğu” bir akım olduğu, Türkiye’nin toplumsal gerçekliğine dayanmayan bir zorlama olduğu biçimindeki iddiasının da günümüz gerçekliğinde çürütülmüş olmasıdır. Bu durumda ona göre, Kemalist milliyetçilik ve milletleşmenin devrimci karakteri tartışmalı hale geliyor. Dolayısıyla bugünkü Ezilen Dünya’da ulusal devleti savunmanın birincil devrimci görev olduğu da reddedilmiş oluyor. Görüldüğü gibi, 19. yüzyıl Marksizminin devrim modeline takılıp kalınmıştır. Sovyet pratiği dahil 20. yüzyılın bütün devrimci pratikleriyle çoktan çöpe atılmış bu görüş, ne yazık ki ülkemiz solunda Avrupa merkezci bir yaklaşım olarak etkisini sürdürmekte.

Sonuç olarak, Batı merkezli her alanda yaşanan büyük çöküşün, dağılmanın etki alanında kalarak ilerici, devrimci hiç bir düşünce ve pratik geliştirilemez. Çürüyen ve çöken Batı uygarlığıyla her boyutta hesaplaşmak, Asya merkezli yeni bir uygarlığı yükseltmek, 21. yüzyılda insanlığın temel sorunudur.

Mehmet Ulusoy