9 Kasım 2017 Perşembe

Türkiye’nin Başındaki Asırlık Bela: Batı Liberalizmi

Washington Uzlaşması’nın gerçek amacı diğer ülkelerde serpilmekte olan sanayileşme hareketlerini önlemekti. Türkiye ‘uzlaşma’ yoluyla Neoliberal politikaların, en katı şekliyle uygulandığı ülkelerden biri olmuştur.

Liberalizm “piyasa mekanizmasına inanan, bu nedenle devletin ekonomiye müdahalesini gereksiz bularak, en düşük düzeye indirilmesini savunan görüş”tür. İlk olarak, Sanayi Devrimi İngiliz iktisatçıları tarafından formüle edilen bu görüş XX. yüzyılın birinci yarısında gözden düşmüştü. Ancak daha sonra hortlatılarak “Neoliberalizm” adıyla yeniden piyasaya sürülmüştür. Buna göre kutsal olan, yalnızca bireydir. Ekonomik ve toplumsal politikada eşitsizlik esastır. Serbest piyasa dâima insanların lehine işler. Devlet denetimi ve kamu sektörü, bu mekanizmanın önünde bir engeldir. Devlet özelleştirme yoluyla küçültülmeli, etkisizleştirilmelidir.

Oysa gerçek farklıdır: Liberalizm, bugünkü adıyla “Neoliberalizm”, tam da Batı’nın para babalarının, küresel şirketlerin dünya görüşüdür. Batı oligarşisi; kazanımlarını kaybetmemek, geleceğini güvence altına almak, daha da zenginleşmek için bu görüşü bütün dünyaya yayarak, zorla uygulatmaya çalışmaktadır.

Liberalizm 1970’lerin ortalarına kadar, dışlanmış, unutulmuş bir akımdı. Ekonomide hâkim görüş devletçilikti. Sosyal devlet anlayışı ön plandaydı. Ekonomik istikrar ve gelişmenin ancak devletin öncülüğünde sağlanacağına inanılıyordu. 

Derken, liberalizm ve bireycilik yeniden canlandı: Amerika’da Chicago Üniversitesi’nde başlayarak, bütün ABD’yi etkisi altına aldı. Ardından, Şili’de sosyalist Allende Hükümeti’ni deviren CIA darbesinden sonra tüm dünyaya yayıldı. Cunta lideri General Pinochet; “Chicago boys” diye de anılan Friedmancı iktisatçıları, ekonomik politikanın yönetimine getirdi. CIA aynı senaryoyu çok geçmeden Türkiye’de de sahneye koydu. Roller aynı, yalnızca adlar değişikti: General Evren, 12 Eylül 1980 darbesi, Turgut Özal hükümeti ve ünlü ABD’den ithal “prens”ler ve o gün bugündür uygulanan “Friedmancı-özelleştirmeci” politikalar...

Chicago Üniversitesi’nde Hayek ile M. Friedman gibi iktisatçılarla bunların öğrencilerinin çekirdeğini oluşturdukları küçük bir gruptan yola çıkan neoliberaller ve onları parasal olarak destekleyenler; muazzam bir “vakıflar, enstitüler, araştırma merkezleri, yayınlar, öğretim üyeleri ve yazarlar, halkla ilişkiler ağı" kurarak doktrinlerini geliştirip, allayıp pullayıp dünya ülkelerine satmaya giriştiler. İdeolojik çalışmaları ve pazarlama etkinlikleri gerçekten mükemmeldi, milyarlarca dolar harcadılar ve sonunda hedeflerine ulaştılar: Neoliberalizm’in, insanlığın biricik doğal varoluş biçimi olarak görünmesini sağladılar. Türkiye’de üniversitelerde, iş dünyasında, medyada sürekli liberalizm borazanlığı yapanlar da bu geniş propaganda ve desteğin ürünleriydi.

SERBEST REKABET VE PİYASA MEKANİZMASI

Neoliberalizm’in, dünyayı ele geçirmeye başladığı tarih Margaret Thatcher’in iktidara gelip, İngiltere’de “neoliberal devrim”i başlattığı 1979 yılıdır. 1979-1990 yıllarının İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’ın üzerinde Hayek’in etkisi çok büyüktü. Programını savunurken kullandığı slogan şuydu: Başka Seçenek Yok. “Toplum yoktur, yalnızca bireyler vardır” diyordu. Merkezdeki değer rekabettir; uluslar, bölgeler, işletmeler ve elbette kişiler arasındaki rekabet... “Eşitsizliklerle övünmek” gerekirdi, “yeteneklerin ve becerilerin eşitsiz dağılımını görerek verilen firelerin hepimizin çıkarına olduğunu vurgulamak başlıca görevimiz” olmalıydı. Rekabetçi mücadelede saf dışı kalanlar için üzülmemek gerekirdi. Çünkü rekabetçi düzen “fire veriyorsa”, toplum bundan kazançlı çıkacaktır.

Thatcherizm ideolojinin tohumlarını 1980’lerde Doğu ve Orta Avrupa’ya, bu arada Türkiye’ye serpmiştir. Tohumları -General Evren’in koruması altında- Türkiye’de yeşerten, Turgut Özal ve partisi ANAP olmuştur. Turgut Özal Başkan Bush’tan, M. Thatcher’dan sürekli akıl alıyordu. Özal’ın “Ben zenginleri severim” sözünü hatırlayalım. Demek istiyordu ki, fakirlerin canı cehenneme! Dediğini de yaptı, bugün de yapılıyor.

WASHİNGTON UZLAŞMASI VE UYGULANIŞI

Neoliberalizm’in temel politikası şudur: Yüksek refah düzeyine ulaşmak isteniyorsa, bireysel girişimcilik serbest olmalıdır. Mülkiyet hakları güvence altına alınmalıdır. Ticaret serbestleştirilmelidir. İktisadi kararların alınmasında devlet değil, serbest piyasa söz sahibi olmalıdır.

Neoliberal iktisat politikası en kesin ifadesini “Washington Uzlaşması”nda bulmuştur. Washington Uzlaşması, merkezi Washington’da bulunan üç önemli kurumun (Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, ABD Hazine Bakanlığı’nın) diğer ülkelere dayattıkları ortak iktisat politikalarını ifade eder. Uzlaşmaya daha sonra Dünya Ticaret Örgütü ile Avrupa Merkez Bankası da katılmıştır. Neticede gönüllü olarak veya baskı altına alınarak hemen bütün ülkeler bu “uzlaşma” etrafında uygulama birliğine zorlandı.

Oysa Washington Uzlaşması’nın gerçek amacı diğer ülkelerde serpilmekte olan sanayileşme hareketlerini önlemektir. Şundan ki, gelişmekte olan ülkelerdeki sanayileşme Batılı sanayileşmiş ülkelerin, pazarlarını ve hammadde kaynaklarını kaybetmelerine yol açıyordu. Çareyi bu ülkelerin sanayileşmesini yavaşlatmakta, hatta durdurmakta gördüler. Bunun için de 10 maddelik bir program geliştirerek, adını “Washington Uzlaşması” (Washington Consensus) koydular. Adı geçen maddeler kamunun tasfiyesi, serbestleştirme ve mülkiyet hakkının güvence altına alınması hususlarını içeriyordu.

Türkiye, Latin Amerika ülkeleri gibi sanayileşmeleri engellenmiş ülkeler; mali yardım için başvurdukları Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kuruluşların zorlamasıyla, Washington Uzlaşması’nın önlemlerini “yapısal uyum programları” adı altında uygulamışlardır. “Yapısal uyum programları” demek, ekonomiyi, serbest piyasaya terk etmek, küresel şirketlerin çıkarları ile uyumlu hale getirmek demektir.

TÜRKİYE’DE UYGULAMA SONUÇLARI

Türkiye Washington Uzlaşması yoluyla Neoliberal politikaların, en katı şekliyle uygulandığı ülkelerden biri olmuştur. Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlarla ileri derecede sanayileşmiş ülkeler, Washington Uzlaşması’nı uygulaması için Türkiye’ye 1980’lerden itibaren baskı yapmaya başladılar. Sonunda, 2001 krizinin ardından ekonominin yönetimi IMF memuru Kemal Derviş’e bırakıldı. İstikrar Programı, Güçlü Ekonomiye Geçiş gibi yaftalar altında liberal önlemler; en katı şekilde uygulamaya konuldu, o gün bugündür de uygulanıyor.

Peki sonuç ne oldu? İşte olanlar:

Türkiye, Batı’nın isteği doğrultusunda sanayileşmekten vazgeçti. Özelleştirme uygulamaları yoluyla kamunun elindeki tesisler özel sektöre ve yabancılara satıldı, kimileri kapatıldı. Yurt içi üretim azaldı.

Gümrükler kaldırıldığı için ithalat arttı. Cari açık büyüdü. Açığın artması dış borçlanmayı getirdi. Çarkları, dış borçlanmasız dönmeyen bir ekonomik yapı oluşmaya başladı.

Yatırımlar önemli ölçüde durdu. Tasarruflar düştü, yatırımların millî gelire oranı geriledi.

Tüketime, ithalata bağımlı bir büyüme modeli içinde, iç ve dış kaynaklar inşaat ağırlıklı yatırımlara yöneltildi.

Türk ekonomisi hizmet ve tüketim ağırlıklı bir ekonomi haline geldi.

Kısacası, ülke yeniden bir yarı-sömürge olma niteliklerini kazanmaya başladı.

Bugün ekonominin içinde bulunduğu krizde -Batı’nın bize 200 yıldır dayattığı- liberal uygulamaların ve bunların ısrarla sürdürülmesinin birinci derecede rolü olduğu kolayca tahmin edilebilir.

Prof.Cihan DURA 
aydinlik.com.tr/09.11.2017