2 Kasım 2017 Perşembe

FETÖ/PDY’nin Yakın Tarihteki Rolü

Bugünkü yazımda dünkü metni tamamlayıcı nitelikte olmak üzere, kısaca FETÖ/PDY olarak adlandırılan Fetullahçı örgütün özellikle geçen 10 yıl içinde bu yolculuğun seyrinde yaptığı tahribata odaklanmak istiyorum.

Cemaatin büyük operasyonlarını başlattığı 2007 ve sonrasındaki süreçte yaptığı hamlelerin Türkiye’nin yakın siyasi tarihi, dolayısıyla demokrasinin seyri üzerinde belirleyici ve başkalaştırıcı etkileri olmuştur.

Bu sürecin bir ekseni Ergenekon’la başlayan, daha sonra Balyoz ve casusluk gibi sahte deliller, yalan, kandırmaca üzerine kurgulanmış birçok kumpas davası üzerinde şekillenmiştir.

Keza 2010 anayasa referandumu da cemaatin bir hayli yönlendirici olduğu bir süreçtir. Bunu, CHP Lideri Deniz Baykal’ın genel başkanlıktan indirilmesi gibi siyasette deprem yaratan bir siyasi operasyon, ardından 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturması hamleleri izlemiş ve örgütün müdahaleleri son olarak 15 Temmuz 2016’da demokrasiyi tümüyle ortan kaldırmayı amaçlayan bir askeri darbe girişimine kadar uzanabilmiştir.

Bu on yıllık döneme baktığımızda belli başlı siyasi olayların ortaya çıkışı ve akışında cemaatin sıkça ‘oyun kurucu’ olarak sahnede yer aldığını vurgulamalıyız. Örgüt, yarattığı, empoze ettiği durumlar üzerinden diğer aktörleri de kendi tasarladığı oyunun, senaryonun içine çekmeye çalışmış, bunda başarı da sağlamıştır.

FETÖ/PDY, bu sürecin hatırı sayılır bir bölümünde işbaşındaki AK Parti hükümeti ile ittifak içinde, bir iktidar blokunun paydaşı kimliğiyle hareket etmenin ayrıcalığına ve imkânlarına sahip olmuştur. Bu durumun siyasi sorumluluğu AK Parti’nin üzerindedir. Ancak örgüt, özellikle 2012 başında kendisine bağlı polis ve yargı mensuplarının MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı tutuklama girişimi sonrasında AK Parti iktidarı ile bir çatışma ve nihayetinde açık bir savaş hali içinde karşı karşıya gelmiştir. Türkiye’nin 2013 sonrası siyasi tarihi, önemli ölçüde cemaatin hamleleri ve iktidarın bunlara verdiği karşılıkların tarihidir.

Yakın dönemin siyasi, hukuki ve askeri hadiseleriyle ilgili sonradan ortaya çıkan gerçeklerin ışığında geride bıraktığımız on yılı bugün çok daha doğru bir şekilde okuyabiliyoruz.

Bu durum bizi yakın tarihimize nasıl bakmamız gerektiği konusunda ciddi bir sınavla karşı karşıya bırakıyor. Çünkü, yakın zamana kadar belli kesimlerde genel kabul gören bazı anlatıların artık ciddi bir şekilde gözden geçirilmesi, hatta, olduğu gibi silinip yeni baştan yazılması gerekecektir. En doğrusu bu anlatıyı tarihçilerin ileride bugün ortalığı kaplamış olan duygu yoğunluğundan uzak bir şekilde verecekleri objektif hükme bırakmak olacaktır.

Anlatmak istediğimizi bir örnekle açıklamaya çalışalım. 2010 anayasa referandumu, toplumun önemli bir kesimi ve Batı tarafından ‘tarihi bir demokrasi adımı’ olarak görülerek kuvvetli alkış almıştır. Oysa bugün elimizdeki somut olgular üzerinden 2010 anayasa değişikliğine baktığımızda, cemaatin yargıyı ele geçirmek ve kendi gündemini Türkiye’ye dayatabilmek için desteklediği bir düzenleme olduğunu belirtebiliriz. 2010 referandumu, en azından sonuçları itibarıyla HSYK’nın cemaat ağırlığına geçmesi ve bu kurum üzerinden bütün yargıyı yeniden tasarlamasının öyküsüdür.

Benzer bir örneği Balyoz davası üzerinden verebiliriz. Bu dava başladığında, kamuoyunun bir kesimine göre, Türkiye’de sivilleşmesinin önünü açan bir başka tarihi adım atılmıştı. Oysa 2017 yılına geldiğimizde, karşımızda netleşen fotoğrafta cemaatin Balyoz davasını kullanarak TSK’nın general kadrolarına kendi müritlerini yerleştirdiğini ve bu şekilde 15 Temmuz darbesinin altyapısını hazırladığını görüyoruz.
*
Sonuçta cemaatin yaptığı, Türkiye’de tarihin akışına müdahale etmek olmuştur. Bir başka deyişle, Fetullahçı organizasyon, Türkiye’de nehrin yatağını değiştirmiştir. Bunu yaparken, 15 Temmuz darbesiyle AK Parti’nin olağanüstü hal rejimi ilan etmesine gerekçe yaratarak, iktidarın otoriterleşme yönelişinin derinleşmesine neden olmuştur.

Bir örgütün dini cemaat görüntüsü altında, ruhani otorite olarak gördüğü bir şahsın emirlerine gözü kapalı itaat ve mutlak gizlilik esası üzerinden bütün kurumları ele geçirip devleti kendi başına yönetmeye kalkması herhalde dünyada emsali olmayan bir ilktir. Bu yönüyle Türk demokrasisi, çok partili hayata geçtiğimiz 1946’dan bu yana en büyük tehditlerden birine maruz kalmıştır.

Sedat ERGİN
Hürriyet/02.11.2017