19.yüzyılın sonunda ve 20.yüzyılın başında “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” kavramı, imparatorlukların parçalandığı ve klasik sömürgeciliğin şekil değiştirdiği (Wilson Prensipleri, 1919) bir bağlamda gündeme geldi. Avusturya- Macaristan, Osmanlı ve Rus imparatorlukları savaş koşullarında parçalandı. Bunların içinde sadece Rusya, Komünist Partisi’nin önderliğinde eski emperyal sınırları kısmen muhafaza ederek farklı ulusları bir arada tutmayı başardı. Rus devrimcilerinin “milli mesele”ye duydukları zorunlu ilginin sebebi, bir “milletler hapishanesi” olarak tanımlanan Çarlık Rusya’sında 1905- 1907 yılları arasında yaşanan gericilik ve baskı döneminde, devrimcilerin kendi milli çevrelerine dağılma eğilimi göstermeleridir. O zamana kadar “ulusal sorunun çözümünde işçilerin enternasyonal birliği ilkesi”ne bağlı olan devrimciler, sorunu farklı bir ışık altında görmeye başladılar. Temel kaygıları, sorunu burjuvazinin ve feodal beylerin ya da dini tarikatların belirlemesini önlemekti.
Bu dönemde sorun uluslararası çapta tartışılmış, pek çok ulus/ulusallık tanımı yapılmış ve birbiriyle çelişen çözümler öne sürülmüştür. Mesela, Avusturya Marksizmi’nin babalarından Otto Bauer “kültürel özerklik” ilkesini savunuyordu. Kafkasyalı Stalin ise bütün milli değerlerin korunamayacağını, mesela Muharrem ayında Güney Kafkasya Tatarları’nın kendilerine işkence etmeleri ya da Gürcülerin “kan davası” gibi geleneklerini Marksistlerin savunamayacaklarını; kitlelerin molla, şeyh ve beylerin peşinden sürüklenmelerine izin veremeyeceklerini söylüyordu. Lenin, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkına Dair” başlıklı makalesinde ulusların ayrılma hakkını savunuyor; Stalin ise, kendi kitabında bu hakkı dikkate almakla birlikte, farklı ulusallıkların tek devletin çatısı altında daha geniş kalkınma ve kültürel gelişme imkanlarına sahip olacaklarını öne sürüyordu.
Sorun 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte çözülmüştür. Devrimin başında muazzam bir “kendi kaderini tayin” dalgası yaşandı. İç Savaş döneminde (1918- 1922) ortak cephelerde savaşmalarına rağmen bütün milliyetler bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Kısa süre içinde bağımsız Ukrayna ve Moldavya Halk Cumhuriyetleri kuruldu. Güney Kafkasya bağımsızlığını ilan etti; ardından İnguşlar, Çeçenler ve Dağıstanlılar kendi bağımsız Dağlılar Cumhuriyeti’ni kurdular. Kazaklar ise Kuban, Don ve Terek bölgelerinde Petrograd’ı tanımayan bağımsız hükümetler kurdular. İç Savaş’ın ortak cepheleri bir yana, Bolşevik Hükümeti’nin etki alanı tarihi Moskova Prensliği’nin sınırlarına kadar daralmıştı. Lev Troçki, Rus Devrimi adlı kitabında Şubat Devrimi’nin ardından, o zamana kadar egemen Büyük Ruslar tarafından sömürülen ve siyasi haklarından yoksun bırakılan, türleri ve yoğunluk dereceleri farklı ayrılıkçı hareketlerin ortaya çıktığını saptar ve şöyle der: “Bu ezilen uluslar için monarşinin yıkılması kaçınılmaz biçimde kendi ulusal devrimlerinin gerçekleşmesi anlamına geliyordu…Hükümetteki sosyalistler ayrılıkçı hareketleri önleme çabasında kendilerini liberal burjuvaziyle aynı safta buldular.”
Sovyetler Birliği’nin Kafkasya’da ve Orta Asya’da devrim öncesi sınırlara ulaşması ancak 1920 yılının sonunda, yerel Sovyet hükümetlerinin kurulmasıyla gerçekleşti. En gelişmiş bölgeler Polonya, Finlandiya ve üç Baltık ülkesi bağımsızlıklarını ilan ederek ayrılmışlardı. Rusya’da “Milli mesele”yle ilgili nihai sosyalist tutum Stalin tarafından şu sözlerle özetlenmiştir: “Çeşitli ulusların proleteryasının ortak bir partide nasıl örgütleneceğine ilişkin sorunu çözüme kavuşturmak zorundayız. Planlardan biri, işçilerin milliyetlere göre örgütlenmelerini öngörmektedir. (Ne kadar ulus varsa o kadar parti) Bu plan, Sosyal Demokrasi (Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi) tarafından reddedilmişti. Pratik göstermiştir ki belirli bir devletin proleteryasının milliyetlere göre örgütlenmesi, yalnızca sınıf dayanışması fikrini yok etmeye varır. Belirli bir devletin içindeki bütün ulusların proleterlerinin tümü, bölünmez tek bir proleter kolektifte örgütlenmelidir.”
Bilim ve Ütopya /Mayıs 2015 Sayı:251