SOSYALİZM
VE “DEMOKRATİK ÖZERKLİK”
Türkiye’de sosyalistler
1960’lı yılların ortalarından itibaren Kürtlerin ayrılma hakkı dahil olmak
üzere “ulusal” haklarını önce örtülü, giderek daha açık ifadelerle savunmuşlar
ve görüşlerini genellikle “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesi
etrafında oluşturmuşlardır. Buna göre, her milliyet (ulusallık) kendi dilini
konuşma, kendi kültürünü geliştirme ve giderek kendi kaderini tayin etme,
hegemonyası altında bulunduğu “ezen ulus”un baskısına karşı mücadele ederek
kendi bağımsız devletini kurma hakkına sahiptir. Bir imparatorluğun içinde
farklı uluslar olabilir; ancak bir ulus-devletin içinde farklı uluslar olmaz.
Bu yüzden kavramın (“milli mesele/ulusal sorun”) o zaman da biraz yanlış
kullanıldığını söyleyebiliriz. Bir ulusun içinde ancak farklı ulusallıklar
(milliyetler) olabilir. Ulus dediğimiz yapıyı inşa eden, belirli bir toprak
bütünlüğüne sahip olan, çoğunluğun konuştuğu dili konuşan insanların kurduğu
devletlerdir. Bu devletlerin içinde bulunan farklı ulusallıklar, elbette kendi
dillerini ve kültürlerini yaşatmak isteyecekler ve bunun için mücadele
edeceklerdir. Hiçbir ulusallığın dili ve kültürü inkar edilemez ve
yasaklanamaz. Ulusallıkların zor yoluyla ayrı bir devlet kurarak kendi
ulus-devletlerini yaratmaları ise çok farklı koşulları, büyük mücadeleleri, iç
ve dış savaşları gerektirir. Bu da “kendi kaderini tayin”in ötesinde, içinde
yer aldıkları ulus-devletin parçalanmasına ve büyük bir yıkıma yol açar.
Türkiye’deki sosyalistlerin Kürt
ulusallığına bir ulus-devlet kurarak kendi kaderini tayin hakkı atfedecek
noktaya gelmelerinin bir nedeni de devlet hayatının büyük bir bölümünün
sıkıyönetim ve olağanüstü hal altında geçtiği ülkemizde, “Kürt Kimliği”nin
resmi söylemde kategorik olarak reddedilmiş olmasıdır. Buna, bir toprak
reformunun yapılamamış olması, özellikle doğu bölgelerinde hüküm süren feodal
ilişkilerin tasfiye edilememesi ve geç kapitalistleşme gibi nedenleri
ekleyebiliriz.
Ekim
Devrimi ve Ulusal Sorun
19.yüzyılın sonunda ve 20.yüzyılın başında
“ulusların kendi kaderini tayin hakkı” kavramı, imparatorlukların parçalandığı
ve klasik sömürgeciliğin şekil değiştirdiği (Wilson Prensipleri, 1919) bir
bağlamda gündeme geldi. Avusturya- Macaristan, Osmanlı ve Rus imparatorlukları
savaş koşullarında parçalandı. Bunların içinde sadece Rusya, Komünist
Partisi’nin önderliğinde eski emperyal sınırları kısmen muhafaza ederek farklı
ulusları bir arada tutmayı başardı. Rus devrimcilerinin “milli mesele”ye
duydukları zorunlu ilginin sebebi, bir “milletler hapishanesi” olarak
tanımlanan Çarlık Rusya’sında 1905- 1907 yılları arasında yaşanan gericilik ve
baskı döneminde, devrimcilerin kendi milli çevrelerine dağılma eğilimi
göstermeleridir. O zamana kadar “ulusal sorunun çözümünde işçilerin
enternasyonal birliği ilkesi”ne bağlı olan devrimciler, sorunu farklı bir ışık
altında görmeye başladılar. Temel kaygıları, sorunu burjuvazinin ve feodal
beylerin ya da dini tarikatların belirlemesini önlemekti.
Bu dönemde sorun uluslararası çapta
tartışılmış, pek çok ulus/ulusallık tanımı yapılmış ve birbiriyle çelişen
çözümler öne sürülmüştür. Mesela, Avusturya Marksizmi’nin babalarından Otto
Bauer “kültürel özerklik” ilkesini savunuyordu. Kafkasyalı Stalin ise bütün
milli değerlerin korunamayacağını, mesela Muharrem ayında Güney Kafkasya
Tatarları’nın kendilerine işkence etmeleri ya da Gürcülerin “kan davası” gibi
geleneklerini Marksistlerin savunamayacaklarını; kitlelerin molla, şeyh ve
beylerin peşinden sürüklenmelerine izin veremeyeceklerini söylüyordu. Lenin,
“Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkına Dair” başlıklı makalesinde ulusların
ayrılma hakkını savunuyor; Stalin ise, kendi kitabında bu hakkı dikkate almakla
birlikte, farklı ulusallıkların tek devletin çatısı altında daha geniş kalkınma
ve kültürel gelişme imkanlarına sahip olacakalrını öne sürüyordu.
Sorun 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte
çözülmüştür. Devrimin başında muazzam bir “kendi kaderini tayin” dalgası
yaşandı. İç Savaş döneminde (1918- 1922) ortak cephelerde savaşmalarına rağmen
bütün milliyetler bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Kısa süre içinde bağımsız
Ukrayna ve Moldavya Halk Cumhuriyetleri kuruldu. Güney Kafkasya bağımsızlığını
ilan etti; ardından İnguşlar, Çeçenler ve Dağıstanlılar kendi bağımsız Dağlılar
Cumhuriyeti’ni kurdular. Kazaklar ise Kuban, Don ve Terek bölgelerinde
Petrograd’ı tanımayan bağımsız hükümetler kurdular. İç Savaş’ın ortak cepheleri
bir yana, Bolşevik Hükümeti’nin etki alanı tarihi Moskova Prensliği’nin
sınırlarına kadar daralmıştı. Lev Troçki, Rus
Devrimi adlı kitabında Şubat Devrimi’nin ardından, o zamana kadar egemen
Büyük Ruslar tarafından sömürülen ve siyasi haklarından yoksun bırakılan,
türleri ve yoğunluk dereceleri farklı ayrılıkçı hareketlerin ortaya çıktığını
saptar ve şöyle der: “Bu ezilen uluslar için monarşinin yıkılması kaçınılmaz
biçimde kendi ulusal devrimlerinin gerçekleşmesi anlamına geliyordu…Hükümetteki
sosyalistler ayrılıkçı hareketleri önleme çabasında kendilerini liberal
burjuvaziyle aynı safta buldular.”
Sovyetler Birliği’nin Kafkasya’da ve Orta
Asya’da devrim öncesi sınırlara ulaşması ancak 1920 yılının sonunda, yerel
Sovyet hükümetlerinin kurulmasıyla gerçekleşti. En gelişmiş bölgeler Polonya,
Finlandiya ve üç Baltık ülkesi bağımsızlıklarını ilan ederek ayrılmışlardı.
Rusya’da “Milli mesele”yle ilgili nihai sosyalist tutum Stalin tarafından şu
sözlerle özetlenmiştir: “Çeşitli ulusların proleteryasının ortak bir partide
nasıl örgütleneceğine ilişkin sorunu çözüme kavuşturmak zorundayız. Planlardan
biri, işçilerin milliyetlere göre örgütlenmelerini öngörmektedir. (Ne kadar
ulus varsa o kadar parti) Bu plan, Sosyal Demokrasi (Rus Sosyal Demokrat İşçi
Partisi) tarafından reddedilmişti. Pratik göstermiştir ki belirli bir devletin
proleteryasının milliyetlere göre örgütlenmesi, yalnızca sınıf dayanışması
fikrini yok etmeye varır. Belirli bir devletin içindeki bütün ulusların
proleterlerinin tümü, bölünmez tek bir proleter kolektifte örgütlenmelidir.”
Soğuk
Savaş Sonrası
Bugünün dünyasında Ekim Devrimi kapsamında
ya da klasik sömürgecilik çağının sona ermesiyle oluşan anlamda bir “ulusal
sorun” mevcut değildir. Klasik sömürgecilik 1950’lerden itibaren yerini
yeni-sömürgecilik biçimlerine bırakmış, Sovyetler Birliği’nin 1991’de resmen
dağılması, ÇHC’nin ise Komünist Partisi yönetiminde kapitalist piyasa
ekonomisine geçmesi ve tek kutuplu dünyanın oluşmasıyla birlikte “ulusal sorun”
farklı bir nitelik kazanmıştır.
Kapitalist emperyalizmin yeni sisteminde
etnik ve dini talepler “insan hakları”
bağlamında yeniden yorumlanmış ve özellikle eski Üçüncü Dünya bölgelerindeki
ulus-devletlerde bu taleplerin desteklenmesi, federatif, giderek bağımsız
yönetimlerin oluşması, “demokrasi”nin bir gereği sayılmıştır. Yugoslavya’nın
parçalanması (1990- 1995) bu bağlamda bir model oluşturmuştur. Süreç, ülkenin
en gelişmiş iki bölgesinde yaşayan Hırvatlar ile Slovenlerin bağımsız devlet
kurma taleplerinin bütün emperyalist ülkeler tarafından desteklenmesiyle
başlamış, Kosova’nın 1999’da Birleşmiş Milletler yönetimine girmesi ve 2008’de
bağımsızlığını ilan etmesiyle tamamlanmıştır.
Daha sonra birinci (1991) ve ikinci (2003)
Körfez Savaşlarıyla benzer bir parçalanma Irak devletinde yaşanmış ve ülke
birbiriyle çatışan üç bölgeye, Sünniler ve Şiiler olmak üzere iki mezhebe ve
Araplar ile Kürtlerden oluşan iki ana etnik gruba bölünmüştür. Irak’ın
emperyalizm tarafından ortaçağ çatışmalarına ve hayat tarzına doğru
geriletilerek parçalanma süreci, bölgedeki diğer ülkeleri, Suriye, İran ve
Türkiye’yi tehdit etmektedir.
“Özerklik
Şartı”
PKK’nin yakın zamanlarda kaydettiği
gelişme, emperyalizmin Ortadoğu’ya müdahalesinin bir geç milliyetçi akım olarak
ortaya çıkan Kürt hareketine sağladığı imkanlar bağlamında anlaşılabilir.
PKK, Tükiye sosyalistlerinin içinden
çıkmıştır. Yukarıda da değindiğimiz gibi, sosyalistler ulus-devletin içinde
Kürtleri bir ulusallık değil de, tıpkı bir imparatorluğun parçası gibi, sonunda
kendi kaderini ayrı bir devlet olarak tayin edebilecek farklı bir ulus olarak
görmek suretiyle bugüne kadar gelen hatalı bir çözümleme yapmışlardır. Belirli
bir ulusallığa kültürel haklar tanımak özerkliği ya da federatif yapıları
gerektirmez, her bir ulusallığın kendi ulus-devletini kurması da bir ilke
olarak görülemez.
PKK’nın 1970’lerin sonunda gerçekleştirdiği
çıkışın kuşkulu yanları vardır. Hareket, güneydoğu bölgesinde faaliyet gösteren
diğer sosyalist Kürt hareketlerine açık şiddet uygulamış, bölgede faaliyet
gösteren bazı sosyalistleri öldürmüş ya da tehditle sindirmiştir. Bu dönemde
hareket, Marksist- Leninist bir söylemle bölgedeki feodal ilişkileri hedef
almış ve “bağımsız birleşik Kürdistan” idealini benimsemiştir.
PKK, sosyalist solun içinden çıktığı ve
yakın zamanlara kadar seküler yapısını koruduğu için bölgedeki diğer Kürt
hareketlerinden farklıdır. Belirli bir aşirete, soya, sülaleye dayanmaz;
“önderlik kültü” etrafında oluşmuş, askeri bir hiyerarşiye göre yukarıdan
aşağıya örgütlenmiştir. Bu nedenle holduer dönemde, kadroları davaya bağlı
tutacak bir “İnanç Sistemi”ne, bir tür doktrine ihtiyaç duymuştur. 2000’li
yıllara kadar bölgedeki feodal yapılara tavır almış, kadınların gerilla
hareketine katılmalarını sağlamış, laik/materyalist bir çizgi izlemiş,
Türkiye’deki sosyalist hareketlerle, hatta CHP çizgisindeki partilerle
parlamenter siyaset düzleminde ittifak arayışına girmiştir.
Sovyetler Birliği’nin çökmesi,
Yugoslavya’nın parçalanması, emperyalizmin Ortadoğu’daki Baasçı rejimleri ve
hareketleri dağıtması, bunun yanı sıra özellikle ABD’nin bölgedeki Kürt
hareketleriyle ittifak kurma eğilimi, PKK’de kısa süreli bir ideolojik kriz
yaratmış, bu kriz örgütün pragmatik bir çizgi izleyerek yeni bir siyasi hattı
benimsemesiyle sonuçlanmıştır. Burada, Türkiye’nin 1988 yılında onayladığı,
TBMM’nin 1991 yılında 3723 sayılı yasayla kabul ettiği Avrupa Yerel Yönetimler
Özerklik Şartı’nın önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz.
PKK, Özerklik Şartı’nı alenen
benimsememiştir; ancak örgütün bugün savunmakta olduğu “radikal özerklik”
çizgisi ile AB’nin dayatmasıyla Türkiye’nin altına imza koyup kendi yasama
meclisinde kanunlaştırdığı bu şart
arasında bir bağlantı olduğu açıktır. Bu yaklaşım, aynı zamanda, Türkiye’deki
“Kürt Özerkliği”ni uluslararası bir sorun haline getirme ve tıpkı Kosova
örneğinde olduğu gibi Birleşmiş Milletler’in soruna aktif katılımını sağlama
imkanı vermektedir.
1999’da cezaevine konulan Abdullah Öcalan yaptığı okumalar
sırasında ekolojist anarşist Murray Bookchin’in görüşleriyle tanışmış ve kendi açısından çağın
ruhunu yakalayan, Marksizm- Leninizm sonrası PKK’nın pragmatik siyasi
konumlanışına uygun bir felsefi ve programatik çerçeveyi bu filozofun
görüşlerinden eklektik bir tarzda türetmiş ve bunu hareketinin legal ve illegal
kanatlarına kabul ettirmiştir.
“Ekotopya”
Burada AKP’nin ümmet toplumu tasarımıyla
çakışmalar da olmuştur. Bilindiği gibi AKP, Kürtlerin kültürel ve ulusal bir
varlık olduklarını kabul etmiş, bunun dışında bir Türk tanımı yapmayarak
Kürtlerin de dahil olduğu otuz altı etnik grubun İslam kardeşliği temelinde bir
arada yaşayacağı bir ümmet toplumu kurgulamıştır. Bookchin de Ecology of Freedom adlı kitabında “Çeşitlilik içinde birlik, kendiliğindenlik ve tümleyici ilişkiler
imgesi, her türlü hiyerarşi ve hakimiyetten özgürdür” demektedir. Bookchin, toplumsal ilişkilerin örgütlenmesine dair bir “ekotopya” (Bookchin’in kendi anarşist
ekolojik toplumuna verdiği isim) geliştirmiştir. Buna göre toplum bir “özyönetim komünleri konfederasyonu”
olarak var olacaktır. Her komün bir doğrudan demokrasi forumuyla kendisini
yönetecektir. Bir bakıma bu, Grek polis’indeki
(şehir devleti) gibi bir yüz yüze demokrasi olacak, temsil ve yetki devri
olmayacaktır. Toplumun kendisi bir “siyasi organ” haline gelecek; özel mülkiyet
kaldırılacak, mallar bireysel ihtiyaçlara göre dağıtılacaktır.
Selahattin
Demirtaş’ın Eylül 2011’de BDP’nin 2.Olağan Kongresi’nde yaptığı “demokratik özerklik” tanımı, Öcalan dolayımıyla Bookchin’in “ekotopya”sından alınmıştır: “Temsili
demokrasilerin, demokrasi adına büyük sorunlara yol açtığı gerçeğinden
hareketle, her yerde en fazla katılımcılığı ve doğrudan demokrasiyi hayata
geçirmenin formüllerini üretmek zorundayız. Bu nedenle, Demokratik Özerklik
olarak tanımladığımız yönetim ve toplumsal örgütlenme modelini ulaşabildiğimiz
her yerde inşa etmeliyiz.” Bu bir rejim değişikliğini ve devletin egemenlik
alanı içinde ikili, üçlü iktidar odaklarının oluşmasını gerektirmektedir. En
azından mevcut Anayasa’ya aykırıdır. Buna rağmen, gerek iktidar odakları
gerekse muhalefet partileri “demokratik
özerklik” kavramının bu yanıyla ilgilenmemişlerdir. HDP, Haziran
seçimlerinden sonra “bu katılımcı ve doğrudan demokrasi”yi fiilen uygulamaya
başlayacağını açıklamıştır.
Rakka Valiliği’ne bağlı bir Suriye şehri
olan, PKK’nın “Rojava” dediği yerleşim yeri için hazırlanan “Anayasa”da da aynı
etkiyi görmekteyiz. Bookchin’in yerel, bölgesel ve ulusal meclisler
aracılığıyla federe bir yapı önerisi bir “toplum sözleşmesi”ni
gerektirmektedir. Aynı terminoloji, Rojava Anayasası’nın giriş/gerekçe
bölümünde, “Toplumsal Sözleşme’nin oluşması,
demokratik toplumun inşasının aracı ve toplumsal adaletin güvencesi olan Demokratik Özerkliğin tesisi ve
bilimsel bir toplumun inşası için…” sözleriyle yer almaktadır.
Aslında bu durum, yani batı toplumları için
önerilmiş marjinal bir “eko-anarşist”
toplum modelinin, feodal ilişkilerin hakim olduğu, dini tarikatların yaygın ve
etkin olduğu bir bölgede, gerektiğinde üyelerini ve ikinci sınıf liderlerini
kurşuna dizmekten çekinmeyen “askeri hiyerarşik” bir örgüt tarafından
savunulması enteresan bir durumdur ve özünde, pragmatik savrulmalara batı
kamuoyunu ürkütmeyecek, tam tersine ona şirin görünecek bir “teorik” çerçeve
oluşturma, taraftarlarına bir hedef gösterme çabasının ürünüdür. Bu çerçeve,
doğal olarak, din sömürüsünün yasaklanmasını, laisizmi, toprak reformunu,
ağalık ve aşiret düzeninin kaldırılmasını, bölgede bir tür “demokratik
anti-feodal devrim”i içermez. Bu türden hedeflerin, PKK’nın son zamanlarda
bölgedeki feodal yapılarla bütünleşme sürecine girmesiyle, HDP yöneticilerinin
ve milletvekillerinin sınıfsal kökeniyle, Öcalan’ın
“İslam Konferansı” toplama önerisiyle; örgütün, hem “çözüm süreci”nin bir
gereği olarak, hem de Hüda-Par gibi örgütlerle siyasi rekabeti ve dindar
görünme yarışı nedeniyle benimsenmediği anlaşılabilir.
Abdullah
Öcalan 2004 yılının başlarında, kendisini Bookchin’in öğencisi olarak
tanımladığını, onun görüşlerini Ortadoğu toplumlarına uyarlamak istediğini,
avukatları aracılığıyla ilan etti. “Demokratik
konfederal” yapıların Ortadoğu halklarının tarihinde doğal olarak var
olduğunu, aşiret ve tarikatların gevşek yönetim yapılarının bu türden bir
toplum biçimine yatkın olduğunu öne sürdü. Bookchin’le yazıştı ve ondan bir destek mektubu
aldı. Janet Biehl, New Compass dergisinin 16 Şubat 2012
tarihli sayısında yer alan “Bookchin,
Ocalan and the Dialectic of Democracy” başlıklı makalesinde, PKK’nın onun
görüşlerini hayata geçireceğine “ant içtiğini” iddia etmiştir.
Bir sosyal ekolojist olan Janeth Biehl’in konuya ilişkin yazıları
ve görüşleri, öğretici olmanın yanı sıra, Batı’daki çevreci, post-marksist,
sol-liberal akımların PKK’ya nasıl baktıklarını da ortaya koymaktadır. Mesela,
Zan Enstitüsü’nün internet sayfasında yer alan bir söyleşide Biehl, Rojava’yı 1789’un Paris’i,
1905’in St.Petersburg’u ve 1917’nin Petrograd’ı ve 1937’nin Barselona’sı gibi
görmekte, orada “Marksist diktatörlükler”e karşı devrimci bir potansiyel
bulduğunu öne sürerek şöyle demektedir: “Diktatörlükten
kurtulmuş olan Rojava halkı ise Demokratik Konfederalizm ilkelerini izleyerek,
tıpkı Bookchin’in
tasavurrundaki gibi, halk meclisleri ve farklı kademelere sahip konfederal
konseyler oluşturdular.” Rojava’da bir devrim olduğu, oradaki çatışmaların
İspanyol İç Savaşı’nı andırdığı görüşü, Türkiye’deki bazı sosyalistleri
etkilemeyi, Batı’daki sol hareketlerin sempatisini kazanmayı amaçlayan, ne
yazık ki sosyalist solun bazı kesimlerinin yüzeyselliği nedeniyle kısmen
başarılı olmuş, basit ve kaba bir propagandadır. Demek ki PKK/PYD Türkiye’nin
güneydoğu sınırlarında anarko- ekolojist Murray Bookchin’in görüşlerine uygun bir toplumsal
yönetim biçimi uygulamayı amaçlamakta, hatta bunu fiillen gerçekleştirmektedir.
IŞİD örgütünün saldırısı sırasında, ABD’nin askeri ve lojistik desteğinin yanı
sıra, özellikle Fransa ve Almanya’nın örgüte yaptığı silah yardımı (muhtemelen
askeri uzmanlarla birlikte) Batı Kapitalizminin bu türden bir “toplumsal
devrim”i tehlike olarak görmediğini, hatta ciddiye almadığını ortaya koymuştur.
Amaç orada çevre devletlerden bağımsız bir Kürt yönetim alanı, bir köprübaşı,
geleceğin Büyük Kürdistan’ının nüvesini yaratmaktır. Bu nüvenin anarko-ekolojik
olması ya da orada proleteryanın devrimci demokratik diktatörlüğünün kurulması
ya da sosyalist komünist bir devrimin gerçekleşmesi bugünün dünyasında batılı
emperyalisti ilgilendirmemekte ve mevcut iktisadi ve sosyal yapıya temas
etmeyen bu türden söylemler, kapitalizme bir alternatif olarak görülmemektedir.
Bilindiği gibi emperyal nihai
amaç, bölgede, Türkiye sınırlarını da kapsayacak şekilde bir Kürt devletinin
kurulması, öncesinde de kanton tipi egemen Kürt bölgelerinden oluşan bir
zincirin Irak ve Suriye’nin kuzey bölgeleri üzerinden Akdeniz’e açılmasıdır. Bu
projenin rafa kaldırıldığını ya da yenilgiye uğradığını gösteren hiçbir belirti
bulunmamaktadır. İran ve Türkiye’nin istikrarsızlaşmasını ve askeri bakımdan
felç edilmesini, Suriye’de Esat rejiminin devrilmesini gerektiren, ancak bu
durumda gerçekleşebilecek olan bu devlet, petrol trafiğinin uluslararası
şirketler tarafından daha yakından denetlenmesini; İsrail’in çok geniş bir
stratejik alan kazanmasını sağlayacak; özellikle Pakistan’da etkili olan Çin’in
faaliyetlerine bir set çekecek ve Türkiye’nin içlerine doğru uzanarak
Kafkasya’nın ve Hazar petrol havzalarının denetlenmesine imkan sağlayacaktır.
Emperyalizm bu hedefe doğrudan müdahalelerle değil, bölge ülkelerini bu
ülkelerin etnik ve dini yapılarını yönlendirerek ulaşmaya çalışmaktadır. Murray Bookchin’in “ekotopyası”nın bu türden bir stratejiye hizmet etmesi, herhalde
21.yüzyılın trajik ironilerinden biridir.
Sonuç
Geleceği öngöremeyiz.
Bölgeye ilişkin emperyal planların başarı şansını değerlendirmek, Kürtlerin bu
“ekotopik” toplum iddialarının nasıl
bir dönüşüm geçireceğine dair tahminde bulunmak, İran-Irak-Suriye-Türkiye’nin
öngörülen şekilde parçalanma olasılığına ilişkin saptamalar yapmaya çalışmak,
HDP’nin Kürt hareketini bölgesel olmaktan çıkararak solun çeşitli kesimlerini
de kapsayacak şekilde genişletmesinin Türkiye’de ne ölçüde bir iç savaş etkeni
olduğunu tartışmak şu aşamada bizi spekülatif yorumlara götürür. Burada tek bir
yoruma ya da değerlendirmeye saplanıp kalmak gibi bir tehlike de vardır. Bir
yorum ısrarla savunulurken, değişen koşullar gözden kaçırılabilmektedir.
Mesela, Condoleezza Rice’ın “Yirmi
iki devletin sınırları değişecek” sözünü değişmez bir veri olarak almak ya da
ABD’nin dünya çapında gerileyen bir “çöken emperyalizm” olduğunu kuvvetle öne
sürmek bu türden bir tehlikedir.
Günümüzde her şey, özellikle devletlerin dış
politikası, Soğuk Savaş sonrası koşulların bir etkeni olarak sürekli değişim
geçirmektedir. Bütün devletlerin içinde farklı kanatlar birbiriyle mücadele
halindedir. Mesela şu sıralarda ABD içindeki şahin kanat gerilemiş, İran’la
ilişkiler yumuşamış, İsrail’den itirazlar yükselmeye başlamıştır. Bir süre
sonra bunun tam tersi olabilir. Söz gelimi ABD’nin stratejik odak noktası
olarak Pasifik’e ağırlık verme ve Ortadoğu’da sadece petrol akışının güvenliği
ve İsrail’in korunmasıyla yetinme stratejisi de değişebilir ya da bir süre
sonra uygulanamaz hale gelebilir. Bizi esas olarak ilgilendiren iki konu,
devletin üniter yapısının korunması gereği ve sosyalist solun Türkiye’deki Kürt
hareketi karşısındaki konumudur.
Üniter yapı konusunda öncelikle belirtilmesi
gereken nokta, sosyalizmin (sosyalizme geçiş sürecini başlatacak olan devrim
dahil), bir üretim ilişkisi ve bunun gerektirdiği yönetim biçimi, merkezi
planlama vs bakımından, mutlaka belirli bir coğrafi mekanı, ulusal bir
çerçeveyi gerektirmesidir. Kaynakların, insan potansiyelinin ve sınıfların
küçük birimlere bölündüğü bir yapıda sosyalizmi kurmak hayaldir. Kapitalist
piyasa ilişkilerinin her yeri kapladığı, iktisadi kaynaklar için sürekli
birbiriyle dalaşan, Ortaçağ’daki şehir devletlerini andıran çok parçalı,
birbirinden güçsüz, mecburen uluslararası sermayeye bağımlı bir yapı, günümüzde
“küresel kapitalizm”in arzuladığı bir şeydir. Böyle bir yapının çeşitli
bölümlerinde etnik, dini, mezhebi ya da anarşist sosyalist özerk yönetimlerin
kurulması kapitaizm açısından fark etmez; başka deyişle, insanların çok çeşitli
ihtiyaçlarının karşılanması, bunun için gerekli kaynakların tahsisi söz konusu
olduğunda, bu türden yapıların kapitalist piyasa ilişkilerini bozması
beklenemez. Ulus-devlet yapısına karşı açılan savaşın esas sebebi böyle bir
yapı oluşturmaktadır. Günümüzde emperyalizm ve çokuluslu “küresel” şirketler
kapitalizmi, güçlü orduları olan, kendine özgü bir devlet ideolojisi, karmaşık
gümrük mevzuatı ve vergi sistemleri olan, teknoloji üretebilen, gelişmiş bir
eğitim sistemine sahip ulus-devletlere düşmandır.
Bu açıdan Türkiye’de üniter devleti,
ulus-devlet yapısını korumak, etnik milliyetçiliğe ve her türlü özerklik
talebine karşı çıkmak emperyalizme karşı mücadelenin vazgeçilmez bir şartıdır;
devrim ve sosyalizm imkanlarının savunulmasıdır.
Ülkemizin sosyalistleri, AKP’nin ülkeyi
etnik ve dini gruplara ayırarak hepsini ve herkesi İslam ortak paydasında
birleştiren bir “ümmet” kurma, ulus-devleti bütün birikim ve kazanımlarıyla
tarihe havale etme girişimini yeterince değerlendirememişlerdir. Aslında bu,
muazzam bir manevi kopuş ve parçalanmadır. Türkiye’nin kurtuluş ve kuruluş
temellerinin reddedilmesidir. Cumhuriyet tarihinin inkarıdır. Sosyalist solun
bir kesimi bu durumdan hoşlanmış, burada “demokrasi” ya da ilk-ÖDP kültüründen
bir salgın hastalık gibi bulaşan “çoğulculuk/çeşitlilik/farklı hassasiyetlere
riayet” gibi bir şeyler görmüş; diğer bir kesimi ise bütün bu olup bitenleri
dikkate almamış, görmezden gelmiş ya da önemsememiştir. Oysa bu, etkileri ve
sonuçlarıyla bu yüzyılı belirleyecek çok büyük, çok ciddi bir dağılmadır.
Türkiye’de 1988’den beri kurulan bütün
sosyalist partiler ve hareketler Kürt hareketinin gölgesinde kalmıştır. “Milli
mesele” bütün sosyalist hareketlerde, partilerde, dar dergi çevrelerinde bile
ayrıştırıcı rol oynamıştır. Bir tarafta her türlü askeri ve siyasi propaganda
imkanına sahip, bazen sol bazen sağ jargon kullanan, her türlü malzeme ve
imkanı değerlendiren, reel koşullar dikkate alındığında deli saçması olabilecek
“ütopik” görüşleri ideoloji diye savunan etnik temelli bir ulusal hareket; öte
tarafta, 12 Eylül darbesiyle kitlesel/sınıfsal bağlarından kopmuş, kendisini
var etmeye, siyasi partiler rejimi içinde tutunmaya, seçimlerde oy almaya
çalışan ve her defasında başarısız olan, üye ve taraftar kitlesi sürekli
sirkülasyona ve erozyona tabi, her bir grubunun kendi içinde sürekli bölündüğü
bir sosyalist hareketler kümesi… Sosyalist solun son 28 yıl içinde hiçbir
mevzide tutunamadığını, tutunuyormuş gibi olduğu bütün mevzileri kaybettiğini;
özetle, anlamlı bir kitle temeli oluşturamadığını, günümüzde kıymet-i harbiyesi
olan bir güç sayılamayacağını söylemek abartılı olmaz.
Haziran Ayaklanması çok açık biçimde,
sosyalist hareketler ile Kürt hareketinin tamamen farklı gündemleri olduğunu
ortaya koydu. Başka deyişle, “ümmet” olmak istemeyen, her türlü sosyalisti de
bağrında taşıyan on milyon kişi AKP iktidarına karşı ayaklanırken, mevcut Kürt
siyasetinin hükümetle kurduğu “çözüm süreci” ittifakına bağlı kaldığını, PKK
ile AKP arasında, bütün emperyalist alemin kutsadığı ve cesaretlendirdiği çok
sağlam bir kader birliği olduğunu gördük.
Sosyalistler, emperyalizme ve AKP’nin
İslamcı faşist diktatörlüğüne karşı mücadele edeceklerse, Kürt ulusalcı
hareketinin PKK’sıyla da, HDP’siyle de, onların bundan sonra kuracakları “kapsayıcı
kucaklayıcı demokratik” örgütleriyle de yollarını kesinlikle ayırmak, kendi
kaderlerini tayin etmek, kendi mücadele programlarını oluşturmak zorundadırlar.
Sosyalistlerin doğrudan Kürt işçilerine, emekçi Kürt halkına hitap etmenin araç
ve yöntemlerini oluşturmaları, özellikle ülkenin batısında en ağır sömürücü
koşulları altında varlıklarını sürdürmeye çalışan Kürt yurttaşlarımızla
birlikte örgütlenmeye öncelik vermeleri gerekir. Bütün milli hareketler er ya
da geç sınıfsal olarak ayrışır, hatta ayrışmış durumdadır. Dolayısıyla
sosyalistlerin, Kürt hareketi söz konusu olduğunda daha şimdiden sınıfsal bir
çizgi izlemeleri gerekir. “Türk-Kürt kardeşliği” de ancak bu anlayışla,
milliyetçilik temelinde değil, sınıfsal temelde gerçekleşebilir.
AKP emperyal güçlerin verdiği görevi
tamamlamış, özelleştirmeleri gerçekleştirmiş, neo-liberal kapitalizmin
gerektirdiği bütün yasaları çıkarmış, TSK’yı sindirmiş, ülkenin teknoloji
üretme imkanlarını ortadan kaldırmış, sağlık sektörünü piyasaya açarak bütün
sağlık görevlilerini proleterleştirmiş, eğitimi anaokulundan başlayarak
gericileştirmiş, ülkenin tarihiyle, ulusal değerleriyle oynamış, geniş bir
Sünni tarikatlar koalisyonu olarak hükümet etmiştir. Ancak bundan sonra, AKP’nin
diktatörlükle yönetilen bir “ümmet” toplumu kurmasına ve taşeron olarak bölgede
bir alt-emperyalist rol oynamasına izin verilmeyeceği anlaşılmaktadır.
“Çözüm süreci”ni tamamlamak, “Türkiye
Kürdistanı” denilen bölgeyi bir ilk aşama olarak özerk ve yarı-bağımsız hale
getirmek AKP’nin tamamlaması beklenen son görevidir. Ancak partinin bu konuda
bölündüğü görülmektedir. Bu bölünmenin sebebi belki de AKP’nin bu son görevi
tamamladıktan sonra ya da tamamlama girişimi sırasında tarih sahnesini terk
etmeye mecbur bırakılacağını sezinlemiş olmasıdır.
Türkiye’nin yönetim kademelerinde yer alan
sivillerin ve askerlerin NATO disiplinine ve ABD’nin bölgesel siyasetlerine
bağlı kaldıkları her gün, Türkiye tam bir çöküşe, bölünmeye ve iç savaşa
yaklaşmaktadır. Gericiliği ve bölünme tehlikesini normal parlamenter yollarla,
seçimlerle aşma imkanı bulunmamaktadır.
Yavuz
ALOGAN
Bilim ve Ütopya
Mayıs
2015 Sayı:251 (Sayfa 28-33)