3 Haziran 2015 Çarşamba

Sosyalizm ve "Demokratik Özerklik" 6: SONUÇ

Geleceği öngöremeyiz. Bölgeye ilişkin emperyal planların başarı şansını değerlendirmek, Kürtlerin bu “ekotopik” toplum iddialarının nasıl bir dönüşüm geçireceğine dair tahminde bulunmak, İran-Irak-Suriye-Türkiye’nin öngörülen şekilde parçalanma olasılığına ilişkin saptamalar yapmaya çalışmak, HDP’nin Kürt hareketini bölgesel olmaktan çıkararak solun çeşitli kesimlerini de kapsayacak şekilde genişletmesinin Türkiye’de ne ölçüde bir iç savaş etkeni olduğunu tartışmak şu aşamada bizi spekülatif yorumlara götürür. Burada tek bir yoruma ya da değerlendirmeye saplanıp kalmak gibi bir tehlike de vardır. Bir yorum ısrarla savunulurken, değişen koşullar gözden kaçırılabilmektedir. Mesela, Condoleezza Rice’ın “Yirmi iki devletin sınırları değişecek” sözünü değişmez bir veri olarak almak ya da ABD’nin dünya çapında gerileyen bir “çöken emperyalizm” olduğunu kuvvetle öne sürmek bu türden bir tehlikedir.
   Günümüzde her şey, özellikle devletlerin dış politikası, Soğuk Savaş sonrası koşulların bir etkeni olarak sürekli değişim geçirmektedir. Bütün devletlerin içinde farklı kanatlar birbiriyle mücadele halindedir. Mesela şu sıralarda ABD içindeki şahin kanat gerilemiş, İran’la ilişkiler yumuşamış, İsrail’den itirazlar yükselmeye başlamıştır. Bir süre sonra bunun tam tersi olabilir. Söz gelimi ABD’nin stratejik odak noktası olarak Pasifik’e ağırlık verme ve Ortadoğu’da sadece petrol akışının güvenliği ve İsrail’in korunmasıyla yetinme stratejisi de değişebilir ya da bir süre sonra uygulanamaz hale gelebilir. Bizi esas olarak ilgilendiren iki konu, devletin üniter yapısının korunması gereği ve sosyalist solun Türkiye’deki Kürt hareketi karşısındaki konumudur.
   Üniter yapı konusunda öncelikle belirtilmesi gereken nokta, sosyalizmin (sosyalizme geçiş sürecini başlatacak olan devrim dahil), bir üretim ilişkisi ve bunun gerektirdiği yönetim biçimi, merkezi planlama vs bakımından, mutlaka belirli bir coğrafi mekanı, ulusal bir çerçeveyi gerektirmesidir. Kaynakların, insan potansiyelinin ve sınıfların küçük birimlere bölündüğü bir yapıda sosyalizmi kurmak hayaldir. Kapitalist piyasa ilişkilerinin her yeri kapladığı, iktisadi kaynaklar için sürekli birbiriyle dalaşan, Ortaçağ’daki şehir devletlerini andıran çok parçalı, birbirinden güçsüz, mecburen uluslararası sermayeye bağımlı bir yapı, günümüzde “küresel kapitalizm”in arzuladığı bir şeydir. Böyle bir yapının çeşitli bölümlerinde etnik, dini, mezhebi ya da anarşist sosyalist özerk yönetimlerin kurulması kapitalizm açısından fark etmez; başka deyişle, insanların çok çeşitli ihtiyaçlarının karşılanması, bunun için gerekli kaynakların tahsisi söz konusu olduğunda, bu türden yapıların kapitalist piyasa ilişkilerini bozması beklenemez. Ulus-devlet yapısına karşı açılan savaşın esas sebebi böyle bir yapı oluşturmaktadır. Günümüzde emperyalizm ve çokuluslu “küresel” şirketler kapitalizmi, güçlü orduları olan, kendine özgü bir devlet ideolojisi, karmaşık gümrük mevzuatı ve vergi sistemleri olan, teknoloji üretebilen, gelişmiş bir eğitim sistemine sahip ulus-devletlere düşmandır.

   Bu açıdan Türkiye’de üniter devleti, ulus-devlet yapısını korumak, etnik milliyetçiliğe ve her türlü özerklik talebine karşı çıkmak emperyalizme karşı mücadelenin vazgeçilmez bir şartıdır; devrim ve sosyalizm imkanlarının savunulmasıdır.

   Ülkemizin sosyalistleri, AKP’nin ülkeyi etnik ve dini gruplara ayırarak hepsini ve herkesi İslam ortak paydasında birleştiren bir “ümmet” kurma, ulus-devleti bütün birikim ve kazanımlarıyla tarihe havale etme girişimini yeterince değerlendirememişlerdir. Aslında bu, muazzam bir manevi kopuş ve parçalanmadır. Türkiye’nin kurtuluş ve kuruluş temellerinin reddedilmesidir. Cumhuriyet tarihinin inkarıdır. Sosyalist solun bir kesimi bu durumdan hoşlanmış, burada “demokrasi” ya da ilk-ÖDP kültüründen bir salgın hastalık gibi bulaşan “çoğulculuk/çeşitlilik/farklı hassasiyetlere riayet” gibi bir şeyler görmüş; diğer bir kesimi ise bütün bu olup bitenleri dikkate almamış, görmezden gelmiş ya da önemsememiştir. Oysa bu, etkileri ve sonuçlarıyla bu yüzyılı belirleyecek çok büyük, çok ciddi bir dağılmadır.

   Türkiye’de 1988’den beri kurulan bütün sosyalist partiler ve hareketler Kürt hareketinin gölgesinde kalmıştır. “Milli mesele” bütün sosyalist hareketlerde, partilerde, dar dergi çevrelerinde bile ayrıştırıcı rol oynamıştır. Bir tarafta her türlü askeri ve siyasi propaganda imkanına sahip, bazen sol bazen sağ jargon kullanan, her türlü malzeme ve imkanı değerlendiren, reel koşullar dikkate alındığında deli saçması olabilecek “ütopik” görüşleri ideoloji diye savunan etnik temelli bir ulusal hareket; öte tarafta, 12 Eylül darbesiyle kitlesel/sınıfsal bağlarından kopmuş, kendisini var etmeye, siyasi partiler rejimi içinde tutunmaya, seçimlerde oy almaya çalışan ve her defasında başarısız olan, üye ve taraftar kitlesi sürekli sirkülasyona ve erozyona tabi, her bir grubunun kendi içinde sürekli bölündüğü bir sosyalist hareketler kümesi… Sosyalist solun son 28 yıl içinde hiçbir mevzide tutunamadığını, tutunuyormuş gibi olduğu bütün mevzileri kaybettiğini; özetle, anlamlı bir kitle temeli oluşturamadığını, günümüzde kıymet-i harbiyesi olan bir güç sayılamayacağını söylemek abartılı olmaz.

   Haziran Ayaklanması çok açık biçimde, sosyalist hareketler ile Kürt hareketinin tamamen farklı gündemleri olduğunu ortaya koydu. Başka deyişle, “ümmet” olmak istemeyen, her türlü sosyalisti de bağrında taşıyan on milyon kişi AKP iktidarına karşı ayaklanırken, mevcut Kürt siyasetinin hükümetle kurduğu “çözüm süreci” ittifakına bağlı kaldığını, PKK ile AKP arasında, bütün emperyalist alemin kutsadığı ve cesaretlendirdiği çok sağlam bir kader birliği olduğunu gördük.

 Sosyalistler, emperyalizme ve AKP’nin İslamcı faşist diktatörlüğüne karşı mücadele edeceklerse, Kürt ulusalcı hareketinin PKK’sıyla da, HDP’siyle de, onların bundan sonra kuracakları “kapsayıcı kucaklayıcı demokratik” örgütleriyle de yollarını kesinlikle ayırmak, kendi kaderlerini tayin etmek, kendi mücadele programlarını oluşturmak zorundadırlar. Sosyalistlerin doğrudan Kürt işçilerine, emekçi Kürt halkına hitap etmenin araç ve yöntemlerini oluşturmaları, özellikle ülkenin batısında en ağır sömürücü koşulları altında varlıklarını sürdürmeye çalışan Kürt yurttaşlarımızla birlikte örgütlenmeye öncelik vermeleri gerekir. Bütün milli hareketler er ya da geç sınıfsal olarak ayrışır, hatta ayrışmış durumdadır. Dolayısıyla sosyalistlerin, Kürt hareketi söz konusu olduğunda daha şimdiden sınıfsal bir çizgi izlemeleri gerekir. “Türk-Kürt kardeşliği” de ancak bu anlayışla, milliyetçilik temelinde değil, sınıfsal temelde gerçekleşebilir.
   AKP emperyal güçlerin verdiği görevi tamamlamış, özelleştirmeleri gerçekleştirmiş, neo-liberal kapitalizmin gerektirdiği bütün yasaları çıkarmış, TSK’yı sindirmiş, ülkenin teknoloji üretme imkanlarını ortadan kaldırmış, sağlık sektörünü piyasaya açarak bütün sağlık görevlilerini proleterleştirmiş, eğitimi anaokulundan başlayarak gericileştirmiş, ülkenin tarihiyle, ulusal değerleriyle oynamış, geniş bir Sünni tarikatlar koalisyonu olarak hükümet etmiştir. Ancak bundan sonra, AKP’nin diktatörlükle yönetilen bir “ümmet” toplumu kurmasına ve taşeron olarak bölgede bir alt-emperyalist rol oynamasına izin verilmeyeceği anlaşılmaktadır.

   “Çözüm süreci”ni tamamlamak, “Türkiye Kürdistanı” denilen bölgeyi bir ilk aşama olarak özerk ve yarı-bağımsız hale getirmek AKP’nin tamamlaması beklenen son görevidir. Ancak partinin bu konuda bölündüğü görülmektedir. Bu bölünmenin sebebi belki de AKP’nin bu son görevi tamamladıktan sonra ya da tamamlama girişimi sırasında tarih sahnesini terk etmeye mecbur bırakılacağını sezinlemiş olmasıdır.

   Türkiye’nin yönetim kademelerinde yer alan sivillerin ve askerlerin NATO disiplinine ve ABD’nin bölgesel siyasetlerine bağlı kaldıkları her gün, Türkiye tam bir çöküşe, bölünmeye ve iç savaşa yaklaşmaktadır. Gericiliği ve bölünme tehlikesini normal parlamenter yollarla, seçimlerle aşma imkanı bulunmamaktadır.
Yavuz ALOGAN / Sosyalizm ve "Demokratik Özerklik"
Bilim ve Ütopya /Mayıs 2015 Sayı:251
Yazının tamamı için: