Oryantalizmin Gölgesinde Siyasal İslam’ı Meşrulaştırmak
Siyasi hareketlerin orta ve uzun vadede düşünsel hayata
etkisini belirleyen örgütsel gücü kadar, bu siyasi hareketlere kimliğini veren,
bir anlamda yol gösteren düşünürlerin niteliği ve derinliğidir.
Yakın zamanda vefat eden Şerif
Mardin üzerine çok konuşuldu. Özellikle AKP
iktidarıyla birlikte güncel siyasi tartışmalara yönelik açıklamalarıyla gündeme
geldi. Sıkça söylenip dile getirilen “AKP’nin kendi entelektüeli yok” söylemini
Şerif Mardin bağlamında yeniden
düşünmek gerekir.
3 Kasım 2002 seçimleri sonrası AKP’nin
iktidara gelişini BİRİKİM DERGİSİ
“Muhafazakar Devrim” diye alkışlamıştı. Seçimlerin hemen sonrasında Ahmet
İnsel’in “Olağanlaşan Demokrasi ve Modern
Muhafazakarlık” isimli makalesinde, “3 Kasım seçimlerinin ortaya çıkardığı
tablo, beklenmedik biçimde, 12 Eylül rejiminden çıkış kapısını araladı”
demesiyle neoliberal sol- AKP ortaklığının zemini atılmıştı.
AKP’nin kendi yetişmiş entelektüeli olmadığı
için neoliberal sol ile ittifak yaptığını söyleyenler, özellikle cumhuriyetçi
kesim içinde çoğunluktaydı. Gözden kaçan çok önemli nokta ise, Türkiye’de
neoliberal solu yetiştiren ve ona Cumhuriyet’e saldıracak “ideolojik silahları”
verenlerin başında Şerif Mardin’in geldiğidir. Mardin’in tarih yazımıyla yetişen Murat
Belgeler, Ahmet İnseller, Ömer Laçinerler AKP’nin doğal entelektüelleridir.
Bugün neoliberal
solun dilinden düşürmediği “ceberut
devlet”, “merkez-çevre”, “askeri-bürokratik vesayet”, “cemaatler ve sivil toplum” gibi
Cumhuriyet’in ideolojik temellerini hedef alan bütün kavramların yerleşmesinde Şerif
Mardin’in rolü göz ardı edilemez. Bundan dolayı
2010 referandumu sonrası AKP ve neoliberal sol arasındaki ayrışmayı “babalar ve oğullar” arasındaki
tartışma olarak görmek gerekir.
Mardin’in eserlerindeki tezleri incelerken, bu tezlerin Soğuk
Savaş sonrası Batı’da üretilen, doğrudan Sovyetler’i hedef alan, “Doğu Despotizmi” ve ABD’nin Yeşil
Kuşak Projesi’nde ideolojik işlev gören “Popülist
İslam” söylemlerinin hakim olduğu iklimde üretildiğine dikkat edilmelidir.
Tarihi Tarihsellikten Koparmak
Türkiye’de “sivil toplumcu” tezleri ilk ortaya koyanların başında Şerif Mardin
gelmektedir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bu topraklarda neden “sivil toplumun” gelişmediğinin cevabını arayan Mardin’e göre, demokratikleşme sorunlarımızın temelinde “sivil toplumun” hiç olmaması
yatmaktadır.
Mardin’in “sivil toplum”
ile neyi tanımladığına baktığımızda, bütün eserlerinde var olan “tarihi tarihselliğinden koparma”
sorunuyla karşılaşırız. Hegel’in
“Bürgerliche Gesellschaft” kavramını
“sivil toplum” olarak kullanan Mardin’in, bu kavramı neden “burjuva toplumu” olarak kullanmadığına dair herhangi bir ize
rastlanılmaz. Oysa bu kavram üzerinde çok zengin bir tartışma vardır, özellikle
Alman tarihçileri arasında.
Geç Ortaçağ’da hızla gelişen ticaret ve buna
bağlı yükselen şehirler Avrupa tarihindeki önemli bir kavşağı temsil eder.
Şehirlerde ticaretle uğraşan yeni bir sınıfın ortaya çıkmaya başlamasıyla
feodal toplumda çatlaklar oluşmaya başlamıştır. Güçlenen şehirler bir süre
sonra feodal toplumun görece sıkı denetiminden kendini kurtararak bazı özel
haklar kazanır. Şehirlerin elde ettiği bu özerk haklar, yargıdan
vergilendirmeye, milis kuvvetlerini toplamaya kadar, Batı’daki “sivil toplumun” temelleri olarak görülür.
Şüphesiz bu haklar tüzel niteliktedir, bireysel özgürlükten ziyade şehrin
kolektif özgürlüğüne vurgu yapar.
Mardin’in yaklaşımındaki hatalar bu noktadan sonra
başlamaktadır. Mardin,
“Şimdi
sivil toplum teorilerde bir medeniyet aşaması olarak ele alınmaktadır. Toplumun
vurgulanan özelliği de, siyasinin sultasından kurtulabilmiş ilk toplumsal
sistem oluşudur. Sivil Batı’nın bütün ‘hürriyet’ anlayışında, ‘siyasi güçlerin
sultasından kurtulma’ bu kökeni dolayısıyla önemli bir yer kapsar. Genç Osmanlı
İmparatorluğu ve devrimiz Türkiye’siyle bir karşılaştırma yaparsak, bu
‘kurtulma’ fikrinin bizde hiçbir zaman Batı’da olduğu kadar derin köklere sahip
olmadığı görülür”
demektedir.
Avrupa’da
“sivil toplumun” ortaya çıkmasında
şehirlerin özerk haklar elde etmesini referans alan Mardin, bu hakların baştan sona siyasi haklar olduğunu
görmezden gelir. Bir prensten ya da senyörden ayrı milis oluşturma, ayrı vergi
belirlemek başlı başına siyasi mücadele sonucu ortaya çıkmıştır ve doğrudan
siyasetin kendisidir. Burjuvazinin erken dönemde elde ettiği bu haklar
sayesinde siyasetin sonucu olarak, burjuva toplumu ortaya çıkmıştır. Elbette Mardin, “sivil toplum”
kavramını kullanarak burjuvazinin rolünü, dolayısıyla buradaki sınıf kavramını gizlemektedir.
Marksizm’e
karşı Weber’ci tezleri kullanarak,
sınıf olgusunun gizlenmesi Mardin’in çalışmalarında da gözlemlenir. Mardin’in muhafazakar
Weber’ci tezleri, neoliberal sol
tarafından “Marksizm” etiketiyle sosyal bilimlerde dolaşıma sokulmuştur.
Asıl can alıcı nokta Mardin’in “Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı’da devletin
merkeziyle teba arasında bir köprü ya da tampon vazifesini gören ‘Stande’,
‘Rechtsgemeinschaften’ ya da mahalli ‘parlement’ler yoktur”
yaklaşımıdır. Aristokrasinin ve ruhban sınıfının kıskançlıkla sarıldığı
ayrıcalıklar, Batı’da “sivil toplumun”
oluşmasının temeli olarak sunulur. Parlamentolar; soylular ve ruhban sınıfının
monarşi döneminde yereldeki hukuki haklarını savundukları mevkilerdi. Fransız
Devrimi öncesi 350’ye yakın hukuki uygulamanın varlığı bunun somut
göstergesidir. Mardin’in
iddia ettiği gibi “sivil toplum”
siyasetten arınma değil, bu sınıfların siyasetin merkezi monarşinin kurumlarına
sızarak, kralın iktidarına ortak olmasıdır. Kaldı ki Avrupa’da modern yurttaş
ve demokratik toplum bu ayrıcalıklı yapıların ortadan kaldırılmasıyla ortaya
çıkmıştır.
Fransa’nın neden İngiltere gibi bir
toplumsal gelişim yolu izlemediğini sorgulayan Tocqueville gibi merkeziyetçilik karşıtı bir düşünür bile,
soyluların bu hukuki ayrıcılıklarına sarılarak bir “kast sınıfı” oluşturmasını bu nedenlerin başında görür. Mardin, muhafazakarlık noktasında Tocqueville’i bile geride bırakmıştır!
Mardin’in tezlerini doğru kabul edersek, Fransa’daki soyluların
ve ruhban sınıfının merkezi monarşiye karşı gerçekleştirdikleri Fronde ayaklanmalarının Avrupa’nın
demokratikleşme mücadelesi şeklinde ele alınması gerekir. Ne var ki 4 Ağustos 1789 gecesi bütün feodal
ayrıcalıkların kaldırılmasıyla kamusal alan halka açılmıştır. Seküler temelde
örgütlenen kulüpler ve gazetelerin varlığı ve devamında devrim dönemindeki
uygulamalarla bu ayrıcalıklar kaldırılarak kamusal alan ortaya çıkmıştır.
Mardin, kendi tezlerini doğrulamak için tarihsel olguları
keyfince eğip bükmektedir. Daha çarpıcı olan ise Avrupa’daki devrimlerin “ayaklanma” olarak gösterilmesidir: “Orta
sınıflardan çok fazla fedakarlık istendiği zaman devletle orta sınıflar
arasında bir çatışma çıktı. İngiltere’de 1640’ların ayaklanması, Fransa’da 1789
ayaklanması genelinde bu çatışmanın ürünü” diyerek devrimlerdeki
uzlaşmaz sınıf çatışmalarını Weber’ci tezlerle gizlediği gibi, devrimlerin gerçekleştirdiği
toplumsal kırılma ve kopuşları perdeler. Fransa’daki en azılı devrim karşıtları
bile 1789’a devrim derken, Mardin’in “ayaklanma” demesi onun
entelektüel derinliğini gösterir !
Elbette Mardin’in buradaki amacı merkeze
karşı yerelliği evrensel bir tarih mitine dönüştürerek yüceltmektir. Jön
Türkler’den Kemalizm’e merkezin karşısına yereldeki
gerici unsurları demokrasinin temsilcileri olarak sunmak için Mardin böyle bir saptırmaya başvurmuştur.
Oryantalizmden Merkeziyetçilik Düşmanlığına
Montesquieu, Şerif Mardin’in tezlerinin arkasındaki en önemli düşünürlerin başında gelir.
Bilinenin aksine Montesquieu, “kuvvetler ayrılığı” ile
yargının bağımsızlığını müjdelememiş, yereldeki soyluların bu hukuki
ayrıcalıklarının savunusunu yapmıştır. Mardin, yerelliği yüceltirken Montesquieu’nun fikirlerinden ilham alır. Bununla birlikte Montesquieu, “Doğu
Despotizmi” kavramını ilk ortaya koyan düşünürlerin başında gelerek
Avrupa’da oryantalist söylemi başlatan düşünürdür. Mardin, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye okumasını bu “Doğu Despotizmi” kavramı üzerine
korur. Mardin’in Cumhuriyet
karşıtı tezlerini toplamda Asya karşıtı tezlerden beslenerek üretmesi gözden
kaçırılmamalıdır. Soğuk Savaş döneminde anti-komünist Karl
August Wittfogel’in “Hidrolik Toplumlar” eseri de Mardin’in çalışmalarındaki arka plana dair fikir verir. Wittfogel bu eserlerinde, Sovyetler’de bulunduğunu iddia ettiği “diktatörlüğün” coğrafi ve tarihsel
olarak “kaçınılmazlığını” göstermeye çalışmıştır.
Montesquieu’den Wittfogel’a, Asya’nın
toplumsal geriliği, sınıfların
yokluğu, özel mülkiyetin zayıflığı,
devletin despotik gücü gibi
kavramları alan Mardin,
buradan hareketle “merkez-çevre”
kavramını sunar:
“Osmanlı
İmparatorluğu’nda yapılı (structured) ve organize bir cemaat mevcuttur. Bu
cemaatin aynı zamanda bir iktisadi ve bir hukuki sistemi vardır. Bu kopuklukta
dini kuralların pekiştirdiği bir ‘cemaat’ da vardır, fakat bu ‘cemaat’, düzeni
sağlayıcı otoriteden yoksundur. Tam anlamıyla ‘otorite’den bahsedilecekse, bu
otorite devlet monopolündedir. Hatta sivil toplumu tanımlarken kullandığımız
‘iktisadi sistem’- ‘hukuki sistem’ kavramları bile Osmanlı İmparatorluğu’nda
Batı’dakine eş bir anlam taşımaz. Bu fark ise, ancak, Osmanlı İmparatorluğu
Batı’dan değişik çizgilerle gelişmiş sosyal tarihi çerçevesi içine
yerleştirildiği zaman anlaşılabilir. Batı’daki kutuplaşmaların yarattığı
çatışmalar yerine, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki çatışmalara uzun vadede
bakıldığında, bunların cemaat/devlet ekseninde odaklandığını söyleyebiliriz.”
Mardin “çevre” ile
neyi söylemek istediğini gizlemez. Batı’daki tampon yapıların yerine Türkiye’de
cemaatler, tarikatlar merkeze karşı “sivil
toplumun” doğmasını sağlayacak yereldeki “demokratik” kuvvetlerdir. Kuşkusuz Mardin’in son dönemdeki açıklamaları bu cemaatlerin otoriteyi
nasıl ele geçireceklerine yönelik eylemsel taktikler sunmaktaydı.
Diğer taraftan Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
yaklaşık 8 yüzyıllık tarihi tek çizgi halinde, bütün farklılıkları yok edip
düzleştirerek sunarak, tarihi tarihsellikten bir kez daha koparmaktadır. Bu
yanlış tarih yazımı “sol eğilimli”
olarak algılanan Çağlar Keyder, İdris Küçükömer gibi
yazarların çalışmalarında aynı metotla yinelenmiştir.
Bu bağlamda Mardin’in oryantalist tezlere belli itirazları bulunmaktadır! “Osmanlı
İmparatorluğu’nda bir Doğu Despotizmi görenlerin Şeriatın garantilediği bir
özel mülkiyet alanını gözden kaçırdıkları oranda, onların tarifine uyan bir ‘sivil
toplum’ dinamiğinin öğelerinin kısmi mevcudiyetinden bahsedebiliriz. Genel özel
hayatın ‘Örf-i Sultanı’dan uzak, bir çeşit masuniyetle korunmuş olarak cereyan
etmesi açısından ‘sivil toplum’un varlığını ileri sürebiliriz” diyerek Mardin, Batı’da “sivil
toplumu” yaratan dinamiklerin yokluğunda, “kendimize özgü koşullarda”, “sivil
toplumun” cemaat ve tarikatlarla oluşturulabileceğini iddia eder. Bu tezini
Osmanlı’daki merkeze karşı çevredeki cemaat ve tarikat ayaklanmalarıyla
temellendirmeye çalışır; “Sade Vatandaş’ın hayatı çok daha
emniyetlidir. Kendisine bu güveni sağlayan da Şeriat’ın günlük hayatları
üzerine açtığı şemsiyedir” der ve devamında “Devletin karşısında odaklanan
ikinci bir küme de tasavvuf kuramlarıydı. Genellikle tasavvuf bizde oldukça
soyut bir fikir odağı olarak görülür, oysa bu spekülasyonları ayakta tutan
unsur tarikatların somut varlıkları ve İslam dünyasının her yerine nüfuz eden
haberleşme ağlarıydı. Tasavvufun, bu somut biçimiyle 13.- 15.yüzyılları
arasında Selçuklular ve Osmanlılar’a kök söktüren ayaklanmalar da
çıkardıklarını unutmamamız yerinde olacaktır.”
Ne var ki olgulara tarihsel bakamayan Mardin, aynı yüzyılda Avrupa’da da dinsel referanslı köylü
ayaklanmalar dönemi olduğunu gözden kaçırır. Sanki 13.yüzyılda Avrupa’da
şehirli sınıfa dayanan “çevre”
hareketleri varmış gibi olguları örtbas eder.
Elbette, eğilip bükülen bütün bu tarihsel
olguların varmak istediği nokta; Jön Türkler’in, Kemalistler’in
anti-emperyalist savaş vererek, Ortaçağ gericiliğine karşı mücadele ederek
modern yurttaşa dayanan çağdaş Cumhuriyet kurma iradesine cepheden karşı
çıkmaktır. Osmanlı’da olduğu gibi Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının da “çevredikleri” dışlayan merkezi
politikaların devamı olduğunu söyleyen Mardin böylelikle,
devrimin halk kitlesi için önemli değişimler getirmediğini iddia eden
muhafazakarların “süreklilik” tezini yineler. Mardin’n çalışmalarında merkezi
şeytan, yereli melek gibi sunan
muhafazakarların tarihsel mitleri, neoliberallerin “yukarıdan inme devrimler” mitiyle kucaklaşır.
Demokrat
Parti ile birlikte “çevrenin”
ilk kez merkeze yönelerek “sivil
toplumun” ortaya çıkmaya başladığı, böylece Osmanlı ve Cumhuriyet
elitlerinin temsil ettiği merkezin, çevreye açılarak merkez ile çevre
arasındaki kopukluğun giderilmeye başlandığı dile getirilir. Mardin bu görüşünü “Bu açıdan AP ve ANAP’ın programları ve
uygulamalarının bazı yönlerinin popülist-eşitlikçi olması bizi şaşırtmamalıdır.”
Şeklinde temellendirir. Ahmet İnsel de “1980’den bu yana, otoriter devlet merkezli
anlayışta açılan yegane ciddi gedik, Turgut Özal’ın ustalıkla öncülüğünü
yaptığı, iktisadi planda liberalleşme girişimiydi” diyerek bu tezi
devam ettirir.
Mardin 12 Eylül sonrası kaleme aldığı 1987 tarihli makalesinde:
“Bugünkü
Türkiye’de ‘ikinci küme’ (taşra, şeriat, sokaktaki adam kümesi) günlük
hayatımıza damgasını vurmaya başlamıştır. Bunu ‘sivil toplumun’ artık toplum
yapısına girdiği şeklinde mi algılamamız gerekir? Soruya cevap verebilmek için
önce sivil toplum kavramının Batı’da beraberinde getirmiş olduğu ‘kişi
haklarına’ bir göz atmak gerekir.” şeklinde konuyu ele alırken,
Amerikancı darbe sonrası bütün demokratik hakların geriye döndürüldüğü, siyasal
İslamcılığın Yeşil Kuşak Projesi bağlamında canlandırıldığı koşullarda soyut
kişi haklarından bahsetmektedir.
Kılıçdaroğlu’nun Şerif Mardin Sevgisi
DP’den AKP’ye kadar Cumhuriyet karşıtı
siyasi hareketleri “çevrenin” merkezi ele geçiren demokratik fatihleri olarak
yücelten Mardin’in izleklerinin neoliberal solda görülmesinin yanında, bugün
Cumhuriyet’i kuran partinin genel başkanının da bunlara sahip çıkması tarihe
düşülmesi gereken acı bir nottur. Başka bir açıdan bakarsak Kılıçdaroğlu
kendisiyle tutarlı biçimde Mardin’e sahip çıkmıştır. Mardin’in bütün çalışmaları
Cumhuriyet’in merkezi, üniter, laik karakterine saldırarak yerelliğin
kutsanması üzerinedir. Bugün yerelde cemaatlerin, tarikatların yanında bölücü
siyasi hareketler de bulunmaktadır. HDP ile flört eden CHP’nin merkezi hedef
alırken bunun ideolojik önderliğini yapmış olan Mardin’e sahip çıkması
tutarlıdır! Tıpkı bugün Cumhuriyet Gazetesi’nin Mardin’in öğrencileri olan
neoliberal sol tarafından yönetilmesi gibi, CHP kendi içinde tutarlı bir
politika izlemektedir!
FERHAN
BAYIR
Aydınlık
Kitap
15.09.2017
/ Sayı:276