Türkiye tehlikeli buzdağlarının arasından geçerek karanlık denizlere doğru sürükleniyor. Kaptan her zamanki gibi pusula ve harita kullanmıyor, birbirine düşman istasyonların verdiği güzergâhlara göre, elindeki jeostratejik aleti kullanarak yön bulmaya çalışıyor.
İdam muhabbeti ve son tutuklamalarla birlikte Avrupa hukukundan uzaklaştık. Burada bir sorun görünmüyor. AB bütün değerleriyle birlikte zaten parçalanma sürecine girdi. Birkaç yıl içinde kendi üye ülkelerinin bile Kopenhag kriterlerine uyacağı şüpheli. Uluslararası her türlü denetim sistemini dışladığı için bu kopuşun bize dizginsiz bir baskı ve zulüm olarak döneceği kesin. Ancak bu da çok önemli değil.
Tutuklamalara gelince, İmralı-Hükümet-Kandil arasında debelenen HDP siyaseten çoktan ölmüştü. Apo-MİT müzakerelerinin ürünü olan, Gezi gibi olayları önlemek için sol potansiyeli saptırmayı, “çözüm süreci”ne ülkenin batısında kitle tabanı yaratmayı amaçlayan bu sahte partinin, en güçlü olduğu bölgede bile kitlelerden soyutlandığını görüyoruz. Siyasi iflas askeri bozgunla birlikte gerçekleşti. Kitlesini kaybeden gayrinizami bir kuvvetin toparlanması zordur. Hükümetin “kalpler ve zihinler”i kazanacak bir çizgi izlemesi halinde PKK tehdidi ülke içinde bertaraf edilmiş olacaktır.
KURAL
Siyasetin merkezini işgal edip hegemonik bir yapı kurmaya, rejimi değiştirmeye kararlı olan bir hareketin özgüven kazandığı anda eski müttefiklerinin yanı sıra kendisine alternatif olabilecek güçleri de harcaması kuraldır. O nedenle, AKP’nin muhtemelen seçimlerden sonra, belki de başkanlığa geçiş sürecinde ulusalcılara, Kemalistlere saldırması beklenmelidir. Atlantik/Avrupa ekseninden uzaklaşma ve Avrasya’yla yakınlaşma bu olasılığı azaltmamakta, tam aksine artırmaktadır. Bu bağlamda, “direnme hakkı”nın savunulmasını CHP merkezine ve neo-liberallere bırakmak tehlikelidir; tecrit olmaya yol açabilir. Laisizmi savunan bir cephe kurma görevi geçerliliğini korumaktadır.
ALET ÇANTASI
Daha belirleyici olan elbette hükümetin izlediği dış politikadır. Şimdilik iki gücü birbirine karşı oynayarak pazarlık sürecini gayet iyi götürüyor. ABD/Atlantik sisteminin Ortadoğu’yu İsrail’le birlikte parçalama, Rusya ve Çin’i karadan ve denizlerden kuşatma stratejisi ile Putin’in bölgesel devletlerin Rusya merkezli karasal (Avrasya) entegrasyonunu sağlama stratejisi kafa kafaya gelmiş ve Türkiye’de düğümlenmiştir.
Dikkatle baktığımız zaman, hükümetin Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik”te geliştirdiği jeostratejinin bir benzerini uygulamaya çalıştığı görülüyor: bir “Rimland” olarak Türkiye’nin bölgesel kaynaklardan yararlanmak için askeri güç kullanarak güney ve batı ekseninde hareketlenmesi, öncelikle güney istikametinde bir “İslam İttihadı” oluşturması. Hükümetin çantasında bundan başka bir alet yok! Ancak ABD’nin taşeronu olmayı öngören Davutoğlu’nun stratejisi bile kendi içinde daha gerçekçiydi. Hükümet ise bunu iki süper güçle oynayarak, bağımsız biçimde (ya da Suudi, Katar vs işbirliğiyle) yapmaya, güneyde bir “Sünni ittihadı” oluşturmaya çalışıyor. Bu stratejinin felaketle sonuçlanacağı, ilk evrede Türkiye’yi İran’la karşı karşıya getireceği açıktır.
Ülkemizde anayasa yapacak bir kurucu meclisin toplanması, devletin temeli olarak laikliği devrim kanunu kararlılığıyla uygulayacak bir ulusalcı hükümetin kurulması yegâne kurtuluştur. Böyle bir ihtimal var mı, mevcut siyasi irade ileriki evrelerde sıkışınca buna razı olur mu, bilemeyiz.
İçi boş sol radikal söylemlerin faydası yok. Bir kuvvet oluşturmadan "demokrasi budalası" gibi davranmak, duygusal ya da sevindirik çıkışlar yapmak yerine, arka planı ve "uzun dalgalar"ı görmeye çalışmak gerekir.
Yavuz ALOGAN
Aydınlık/08.11.2016