16 Aralık 2015 Çarşamba

Meşruiyet sorunu

Devlet ile hükümet aynı şey değildir. Burjuva demokratik parlamenter sistemlerde iktidara gelen hükümet, mevcut kanunlara uyarak devleti yönetir. Bu ülkelerde yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki mesafe, devletin denge mekanizmasını oluşturur. Yanı sıra kolluk kuvvetlerinin, askeriyenin, adli idare sisteminin, eğitim ve sağlık gibi teşkilatların siyaseten tarafsız, bütün siyasi oluşumlara eşit mesafede olmaları, hükümetin talimatlarını yürürlükteki yasalara göre yorumlayarak devlet işlerini yürütmeleri beklenir.

Bu temel yurttaşlık bilgileri de nereden çıktı, demeyin. Bunları unuttuğumuz zaman ülkemizde yaşanan her şeyi normal görmek gibi bir tuzağa düşmüş oluyoruz. 
 
ŞAKA GİBİ

Adam her iki kişiden birinin oyunu almış, ne isterse yapar, biz de ona muhalefet ederiz, şeklinde bir anlayış son on üç yıldır  sıradan insanların normal yaklaşımı haline geldi. Adam oy almış, isterse bir anayasa hazırlar, referanduma götürür, yine oy alırsa başkan olur, ne isterse yapar... Öyle mi?

Hatta bir tür laubalilik var. Mesela RTE aynen şöyle dedi: “Milletten niye çekiniyoruz? Millet versin kararını, ya ‘evet’ desin ya ‘hayır’ desin. Milletimiz, 13 yıldır verdiği güçlü demokrasi mücadelesiyle yeni anayasayı gerçekten hak etmiştir.”

Şaka gibi! Millet seni Cumhurbaşkanı seçmiş, fakat sen yetkilerini aşarak başkan gibi bir şey olmuşsun; aynı millet, 7 Haziran’da partine az oy verince, “Halkımız yanlış yaptı, tekrar seçimle yanlışı düzeltsin” demişsin; parlamentodaki muhalif partiler de “Aa öyle mi, neden olmasın?” diyerek bu seçim tuzağına düşmüşler ve halk gerçekten de “yanlışı” düzeltmiş.  Şimdi de millet hak ettiğimiz anayasa için karar verecek! Yanlış karar verse ne lazım gelir, bir referandum daha yapıp düzeltirsin. Ne de olsa milletimiz “güçlü demokrasi mücadelesi” veriyor!
 
ESAS SORU

Benim anlamadığım şey şudur: Bu ülkede tarih bilinci olan, kanunların ruhuna saygılı, evrensel hukuk normlarını mesleki niteliklerine içselleştirmiş hukukçular, üniversitelerin hukuk kürsüleri, yargıçlar, avukatlar kalmadı mı? Kaldıysa, neden gidip cüppeleriyle, mesela Ankara/Güven Park’ta açlık grevi ya da haftada bir toplu yürüyüş yaparak halka bu hükümetin kanunsuz olduğunu anlatmıyorlar? Onu da biz mi yapacağız, Konur Sokak’ta ya da İstiklal Caddesi’nde?

Aslında bu yazıya başlarken aklımda başka bir soru vardı: Olağanüstü kriz koşullarında hükümetler yetkilerini ne ölçüde genişletebilirler? Mesela Fransız hükümeti, “İnsan Hakları Bildirgesi’nin bazı maddelerini askıya aldığını” duyurdu. Burjuva demokratik ülkelerde, mevcut yasalar çerçevesinde böyle şeyler elbette mümkün.

Fakat esas soru şu: Mevcut hükümet yaşanan bir dizi krizin odağını oluşturuyorsa, başka deyişle krizden hükümetin kendisi sorumluysa ve üstelik bu hükümet kendi çıkardığı krizi yönetmek için olağanüstü yetkiler kullanmaya hazırlanıyorsa ne olacak?

Bu durumda mevcut hükümetin meşruiyetini kaybettiği sonucuna varmak -hukukçu olmadığım için affınıza sığınarak- herhalde ulaşabileceğimiz yegâne mantıklı sonuçtur. İyi de bu sonucu kim tasdik ve tescil edecek?

Yolsuzluğa bulaşmış, paraları sıfırlatmış, nepotist (akrabalarını kayıran), klientalist (seçmeni müşteri gören), iç savaş potansiyeline yatırım yaparak güçlenen, dış pazarları kendi üreticisine kapatarak ekonomisini tahrip eden,  komşularının düşmanlarını silahlandıran ve ülkesini savaşın eşiğine getiren bir hükümet, yarattığı krizleri çözmek için yetkilerini genişletmeye, onu bunu tutuklamaya, medyaya ayar vermeye, üstelik kıçıkırık bir seçim kazandı diye kendisini ülkenin Kurucu İrade’si olarak görüp anayasa yapmaya kalkışırsa...

O zaman, meşruiyetini kaybetmiş bir hükümete direnmek bütün yurttaşların vazgeçilmez meşru hakkı olmaz mı?

Eskiden “Ma’şerî vicdan” (halkın derin vicdanı), “Ma’şeri şuur” (toplumsal bilinç) gibi heybetli laflar vardı. Bunlardan şimdi de var mı? Yoksa gerçekten de post-modern zamanlarda mı yaşıyoruz?

Yavuz ALOGAN / Aydınlık / 01.12.2015