’Hocaların Hocası’
Victor Hugo şöyle demiş: “Bu dünyada hiçbir şey zamanı gelen bir fikir kadar güçlü değildir.”
Bu sözde dikkate değer olan, fikrin gücünden çok zamanının gelmiş olmasıdır. Kuluçkada bekleyen bir fikir, ortamda uygun nem, ısı ve ışık oluştuğu anda yeşerir ve hızla yayılır.
Şerif Mardin’in fikirleri için zaman 12 Eylül döneminin “Türk-İslam sentezi” idi. Bu dönemi, Özal’ın şahsında ifadesini bulan “takunyalılar”ın devlet teşkilatını adım adım ele geçirdiği süreç izledi. Üniversiteler Marksizmden ve Kemalizm’den arınmaya başladı. Birincisinin yerini Max Weber sosyolojisinden türeyen görüşler, ikincisinin yerini ise “sivil toplumculuk” alacaktı.
‘Çevre-Merkez Dikotomisi’
1980’lerin başında vaktimin çoğunu İstanbul’da geçiriyordum. Bulunduğum çevrede en çok konuşulan iki isim Şerif Mardin ve Hilmi Yavuz idi.
O sırada Fernando Claudin’in “Komintern’den Kominform”a adlı kitabıyla uğraştığım için kafam daha çok tarihle meşguldü. Fakat dışarıdan esen her rüzgâra bağrını açan entelijansiya ve özellikle akademi Şerif Mardin’in görüşlerini, özellikle “çevre merkez dikotomisi” denilen şeyi yazıp çizmeye başlamıştı.
Sosyalist düşünce sivil toplumculuğun sis tabakası altında yavaş yavaş gözden kayboluyordu. Söylenen şey şuydu: Cumhuriyet değerleri ve ideolojisi toplumsal bünyeye yabancı bir unsur olarak merkeze oturmuş ve çevredeki geleneksel güçleri yabancılaştırmıştı. Türkiye’de siyasi İslam, çevredeki güçleri örgütleyerek yükseliyordu. Cemaatler, çevrenin temsilcisi olarak sadece merkezdeki resmi devlet ideolojisine meydan okumakla kalmıyor, aynı zamanda varlığını Cumhuriyet hükümetlerinin iktisat politikalarına borçlu olan sermayeyi de hedef alıyordu. Yani siyasi İslam neredeyse doğal halk devrimciliği gibi bir şeydi. Mesela şu İskenderpaşa Cemaati ne kadar derin ve gizemli bir oluşumdu!
İletişim Yayınları konuya el attı.
Nurculuk ve Medine Vesikası
Mecburen, Mardin’in iki kitabını, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri” ile “Din ve İdeoloji”yi alıp okudum. Kitapların üzerindeki notlara bakılırsa ikisini de 1984 yılının Temmuz ve Ağustos aylarında okumuşum. Bunlar alıştırma niteliğinde kitaplardı.
“Din ve İdeoloji” adlı kitapta, Kemalizm’in “kültürün kişilik yaratıcı katında yeni bir anlam oluşturmadığı”, dolayısıyla “rakip ideoloji rolü” oynayamadığı; üstelik, “dine rakip olabilecek ideolojilerin ortaya çıkmasına müsaade etmemiş” olduğu iddia ediliyordu (s. 109). Aslında merkez ideolojik olarak boştu ve çevre tarafından doldurulmak üzereydi. Bu hamle özgün bir demokrasi yaratacaktı.
Nurculuk’un Batı uygarlığıyla çelişmediği, teknolojiye ve demokrasiye uyumlu olduğu görüşünün yayılmasına, “Kutlu Doğum Haftası” gösterilerine daha vakit vardı.
Zamanla Saidi Nursî, merkezin otoritesine karşı çıkan, sorunların meşveret ve müzakereyle çözülmesinden yana bir tür liberter kılığında ortaya çıktı.
Ruşen Çakır’ın “Ayet ve Slogan” kitabı 1989’da yayımlandı.
Birikim dergisi meseleye el attı.
Ali Bulaç gibi İslamcı düşünürler, Ahmet İnsel gibi akademisyenler Hz. Peygamber’in yeni bir devlet kurarken oluşturduğu “Medine Vesikası”nda günümüze yol gösteren bir keramet olduğunu savunmaya, tartışmaya başladılar. Asr-ı Saadet’te farklı kavimler bu vesika sayesinde nasıl bir arada yaşamışlarsa, biz de Kürtler, Türkler, artık birer sivil toplum kuruluşu kimliğine bürünen cemaatler, tarikatlar, hep birlikte aynı şekilde cümbür cemaat, demokratik bir ortamda yaşayabilecektik. Demokrasi herkesin kendi hukukunu ve ritüelini uygulamasından başka ne olabilirdi? 7. asırdan kalma bu İslam Anayasası, Doğu’nun ve İslam medeniyetinin Magna Carta’sı gibi sunuluyordu.
Zihinsel Çöplük
Bu fantezinin yazılmayı bekleyen uzun bir tarihi var. Bu aynı zamanda zihinsel ve düşünsel bir yıkımın tarihidir. Bu tarihin arka planındaki teorisyen Şerif Mardin’dir.
Mardin’in yıllarca uyuklayan, 12 Eylül ve Özal döneminde uyanan hipotezi, AKP’nin 2002’de “ılımlı İslam”ın temsilcisi olarak BOP eşbaşkanlığı görevini yerine getirmek üzere FETÖ’yle kaynaşarak iktidara getirilmesiyle doğrulanmış oldu. Hipotez doğrulanmıştı: Kemalizm’in mağdur ettiği mazlum çevre, “sivil toplum” kisvesine bürünmüş tarikatları ve cemaatleriyle birlikte merkeze oturmuştu.
Bu karşıdevrim Özal’a rahmet okutacak kadar cüretkâr neoliberal iktisat politikalarıyla, nepotizmi (adam kayırma) ve klientalizmi (seçmeni müşteri gibi görüp oyunu satın alma) besleyen müthiş bir para trafiğiyle, yeni sermaye sahibi sınıfların oluşmasıyla, sendikaların yok edilmesiyle, milli eğitimin, sağlık sisteminin ve bütün kamu yönetiminin tarikatlara teslim edilmesiyle hız kazandı.
Ülkenin değerli entelijansiyası, unvan sahibi solcu akademisyenleri Abant toplantılarında boy göstermeye, zarf içinde “hakkı huzur” dolarları almaya başladı.
Üniversitelerin sosyoloji bölümleri Şerif Mardin’in izinden giderek iktidar-kültür-ideoloji ilişkilerini sorgulamaya devam etti. Kimsenin anlamadığı alengirli bir sosyoloji dili, tercüme edildiğinde hiçbir anlam taşımayan kavramlar genç kuşakların beynine tecavüz etti. Ne kendini anlatabilen ne de başkaları tarafından anlaşılabilen yeni bir “sofistike” entelektüel tipi oluştu. Solculuktan bozma bu kafası karışık tabaka zamanla yerini gerçek şeriatçılara bırakacaktı.
15 Temmuz’da patlayan silahlar bu dönemin sonu ve yeni bir dönemin başlangıcıdır. Hocaların hocasını yücelterek takva sahibi cemaat erbabında demokratik bir meziyet keşfeden parlak akademisyen çocuklar nihayet seslerini kestiler. Fakat bu süreç bilim ve siyaseti zehirlemeye devam eden ve topyekûn kaldırılmayı bekleyen büyük bir enkaz, feci bir çöplük bıraktı. Hocaların hocası bu çöp yığınının tepesine dikilmiş süslü bir sosyolojik Amerikan tüyünden ibarettir. Toprağı bol olsun.
Yavuz ALOGAN
Aydınlık/12.09.2017