Belki de “Medine Dini” için “en doğrusu” diyebiliriz, içine işlemiş görünüyor. O dönemde “müslim” sözünü kullanmıyorduk, “Hacerli” tabir ediliyordu, Medine’de doğmakta olan bu dine karşı olan kadınlar, Peygamber’in kuzeni Hamza’nın cesedinin başına üşüştüler, kulaklarını kesip küpe yapmışlardı, yazmıştım, ve şimdi “Sözcü” yazıyor, ışid’ci teröristler öldürdükleri Şiilerin yüreklerini çıkarıp yiyorlar. Değişmiyor ve bu kadar değil, “Medine Anayasası” derler, var mı yok mu, bilmiyoruz, Batılı otoriteler “yok” yazıyorlar. Muhammedi dininin doğuş zamanında, Mekke ve Medine’yi ayrı kitaplara döken Profesör Watt “yok” yazanlar arasındadır. Öyle ki, biraz tehditle, biraz sıkıştırarak, zengin Hayber Yahudileri ile güya bir konvansiyon yapmışlar, “birlikte yönetim” vaat ediyorlar. Sonra teker teker hepsini yok ediyorlar; Deniz Baykal’a kurulan tuzak, Türkiye’yi birlikte yönetmek, “ben başbakan, sen Çankaya’da başkan” işte hepsi budur ve sanki Çengelköy Lokantası, Medine’den gelmedir. Erdoğan’ın iktidarı işte budur, temelinde tuzak var ve çöktüğünde, altından çıkma ihtimalini pek görmüyorum. Bu inceleme yazısını, çöküş sonrası için çıkarıyorum ve tutuyorum.
Şimdi üzerine hiç gidilmemesini ve bayraklarını savunma imkanı ellerinden koparılmış genç subayların titizlikle okumalarını ve yatak minderlerinin altında saklamalarını istiyorum. Bir gün mutlaka! Bu, inananların dilidir ve ayrıca benim kelamımdır. Hoş, kitap fuarı için gittiğim İzmir’de, Medineliler, İzmirlilere, hep “gavur” diyorlar ya, “Yahudi” kastediyorlar, bana hep “bu sözün de doğru çıktı” yollu çığırdılar ve umut ediyorum. Şimdi bunları, bu güvene de dayanarak, döküyorum.
BAYKAL HABER VERDİ
Geriye dönüp baktığımda, Deniz’e haksızlık yapmış olduğumuzu kabul ediyorum. Hem düşman haberler ve hem yakıştıramamaktan kaynaklanan bizim kızgınlığımız; veda ederken, 10 Mayıs 2010, “ama Pensilvanya’dan gelen mesajın samimiyetine inanıyorum” demişti. Bu acılı ve pek önemli saatte, Gülen’i aklına getirip samimi bulmasından çok rahatsız olmuştum, şimdi ifade ediyorum. Ancak bu araştırma için bütün metinleri tekrar ele aldığımda bundan hemen önceki ibarenin, “iktidarın samimiyetine inanmıyorum” sözünün, çok daha önemli olduğunu görebildim ki bize haber veriyordu. Sanki, bu işi kotaranın Erdoğan olduğunu biliyordu, emindi ve hatta, bizim, önceden “görmüş olduğuna” inanmamızı istiyordu. Şimdi “görmüştür”, diyebiliyorum; bu deyişimin, bir dönemin sonu olarak anlaşılmasını öneriyorum. Faşizan islamist bir dönem, ışid’cilerin, şeriat uygulamaları, yoksa, çok soğukkanlı siyasi cinayetler nedeniyle mi, sona eriyor, bunu takdirden aciz kalıyorum ve bırakıyorum. Belki ayırmak imkansızdır ve Deniz Baykal, işte o anda, “On beş On”, beşinci ayın onuncu gününde yıl onda, Erdoğan’a işaret ediyordu ve başka işaretler de var.
***
Arkadaştık, yollarımız ayrı, ben, galiba, çok uzun yıllar aradan sonra, veda konuşmasının ertesinde, aradım ve kısaca üzüntülerimi dillendirdim. Deniz, beni, Silivri’den tahliyeden bir gün sonra aradı, sevincini ve övgülerini ifade ediyordu; sevincini pek samimi ve övgülerini pek abartılı bulmuştum. Olcay, eşi, üniversitede dört yıl sınıf arkadaşımdı ve Deniz ile aynı sularda kürek çekerdik; o halde, bunları yazmanın bana düşmesinden tabii pek memnunum. Arkadaşız.
VARSA ASAR
Son sert ve televize karşılaşmamız, “olmayacak versus olamayacak” üzerine idi, arada sadece bir “a” var; 2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminden hemen önceki aylarda idik, karşılıklı atışıyorduk. Ben dört yıllık yüksek okul ya da üniversite diploması şarttır ve Erdoğan gösterememektir, diyordum. Diploma dediğimiz, herkesin evindedir, doktorlar ve avukatlar, yazıhanelerinin duvarlarına dahi asarlar, Erdoğan asamıyor ve böyle bir halde, “dört yıllık diploması vardır” diyenler, “yaranma” yolundadırlar. Ben bir de saralı olduğu ve muhtemelen rapor alıp yedek subaylık yapmadığını ileri sürüyordum; Erdoğan’ı, asteğmen olarak görenler bir yana, böyle bir fotoğrafını temaşa edenlere dahi rastlanmadığını tespiten hep söylüyordum. Mühürlü, çalıştığı yer yazılı ve damgalı bir asteğmen fotoğrafını hiç seyretmeden “yapmıştır” diyenleri de en azından hoş görünme heveslilerinden birisi sayıyordum. Biliyordum, kolay değildir, Erdoğan’ın bu tür “kıyakları” unutmayan bir beyni vardır; göreceksiniz ve görecekler; yoksa ilerde gösterirler, işin bu yanını, hiç ihmal etmiyordum. Ancak , şimdi bunu aşıyoruz, çünkü, Deniz Baykal bu kategorilere girmiyor ve sadece “aday olmayacak” diyordu ve çok net, rigoureux, konuşuyordu, inanamıyordum. Ve tutsak olduğunu bilmiyordum, türleri çoktur.
EFTALYA’DA BULUŞMA
Nedeni şudur, ne Eftalya Balıkçısı’ndaki buluşmadan haberimiz vardı ve ne de, burada Deniz Baykal’ın tuzak ile bir ahit, İbrani “brit”, yaptığını biliyorduk, ama şimdi artık pek malumattarız; kutuyu açan Zülfü Livaneli oldu ve şükranlarımı hep yazıyorum. Şimdi başkaları bir yana, bu brit, Erdoğan’ın her daim başbakan ve her daim eşi türbansız bir “reis”, ilk önce Baykal’ın reis-i cumhur, olacakları üzerindedir ve anlaştıklarından eminiz. Deniz, demek, anlaştığını ve bildiğini söylüyordu ve biz bilmiyorduk ve güya “her şeyi önceden anlayan” ben hiç anlamıyordum. Şimdi kendimden utanıyorum ve ilk defa çözmüş olsam da, bu ahmaklığı, kendime yakıştıramıyorum. Yakışmaz, yakışmaz ve kıvranıyorum.
TUTSAK LİDER
Tabii Deniz Baykal türünden legaliteye bağlı, temkinli, bir politikacının, siyasi yasaklı Erdoğan için, önce Meclis ve daha sonra başbakanlık kapılarını açmak üzere, anayasa dışına çıkması ve kanunları çiğneyerek erken seçim yapmasını anlamak zordu. Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Danıştay Başkanı Nuri Alan, tabii ben, şiddetle eleştiriyorduk. Etkisiz kaldık, başını almış gidiyordu ve şimdi biliyoruz, 2009 Temmuz ayına kadar Baykal sadece bir tutsaktır. Bir esirdir, 2007 seçimlerine girmedi, “seçim yapmadı” demek istiyorum ve Türkiye’yi, akıllarınca, şeriatçı ve akepeli Şark ile laik ve cehepeli Garp olarak ikiye böldüler. Baykal, bütün bunlardan sorumludur ve ömrü yeterse, mutlaka yargı karşısındadır. Arkadaşız, ama, bunu sığdıramayız.
ESARETİ KABUL ETMİŞ MUHALEFET
Bir islamik iktidar düşününüz, hile ile baskı ile, esareti kabul etmiş bir muhalefete sahiptir ve mhp ise yedektir, stepnedir, lideri Bahçeli, boş boş bağırdıktan sonra, akepe’nin önündeki bütün engelleri kaldıran adamdır. Erken seçimi, ki akepe içindi, yaptıran adamdır ve ki akepe’yeGül’lü bir cumhurbaşkanlığı hediye eden kimsedir, ve hâlâ buradadır ve buradayız.
ERDOĞAN’A ARMAĞAN
Hayır şuradayız, muhtemelen Karabulut ile Bahçeli tutsaktırlar. Demek siyasi tarihimizde artık “tutsak” kavramı var ve demek tutsaklar artık yüksek yerdedirler. Ve çok açıklayıcı bir kategoridir, Karabulut ile Bahçeli, bazen asıl lakabını seçiyorum, damat “Nadir” ile birlikte bir ibraniyet bağı çağrıştırıyor; Yahudi Nadir Aşireti, Hayber’in en zengini ve güçlüsüydüler, yok edildiler, artık’ları buraya kadar geldiler ve sürdürüyorum, E. İhsanoğlu’nun adaylığının, eninde-sonunda, Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürmek olduğunu bilecek durumdadırlar. Seçtikleri ve sürdürdükleri tutsaklıktır.
AKŞAM KONUŞMALARI
Lağıma mı medyaya mı düşmek, bazıları için, hangisi daha ağırdır, ve Yiğit Bulut’un bir zamanlar bana yakınlığı şimdi medyada ve çukurdadır. Bir parlak dönemi vardı, hem Bahçeli ve hem Baykal kapmak ve ikinci adam yapmak istiyordu; akşam yemeklerinde, birden aklına eser, ya birine, çok zaman ikisine gider, konuşur ve gelir, masada bana özetlerdi. Tayyip Erdoğan perişan bir halde, kimselerin görmemesi için, önce kilitlenmiş makam otomobilinde bekletilmiş, sonra bir sedye üzerine, bir kolu sarkar halde, Güven Hastanesi’ne yetiştirilmişti. Büyük bir nöbet geçirmişti ve Yiğit Bulut, Deniz Baykal’la konuşmuştu; Deniz, “artık bitmiştir” diyordu, heyecanlı, yemeğimize ve rakılarımıza devam ettiğimi hatırlıyorum. Yiğit, “bitti, bitti” deyu elini ovuyordu, ama, Baykal, sonra ağızına bile almadı, buna çok şaşırdığımızı hatırlıyorum. Esarettedir.
Ama bilmiyordum, bir, ağzında bir bal vardı, Cumhurbaşkanı’dır. İki, ağzı ballı, ama, eninde-sonunda, bir tutsaktır. Tutsak, tutsaklığını bilen adamdır. Tutsakların en iyisi, terbiyeli olanıdır.
GÜL CUMHURBAŞKANLIĞINDA
Peki, nasıl oldu, Tayyip Erdoğan ne oldu da çok istediği cumhurbaşkanlığını A. Gül’e verdi, bir küçük parantez ile, bunu, ele almak istiyorum. Tabii, benim, diplomasızlık ve muhtemelen saradan çürük raporlu olduğu yönündeki baskılarımı etkisiz sayamam, ancak başkaları da var. Bir, Gülen, Gül için baskı yapıyordu ve Nisan 2007 tarihinde, Washington’da, Erdoğan’ın başında tümör olduğunu duyurdu; dengesizliğe yol açtığı iddiası birliktedir. İki, hem askeri bildiri çıktı ve hem de Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ile Dolmabahçe’de görüştüler. Büyükanıt, sara nöbeti nedeniyle ve hadiseli bir şekilde Güven Hastanesi’ne yatırılan Erdoğan’ı, yoğun bakımda, görmüştü, bunu kullandığını tahmin edebiliyoruz. Tek görendir ve gördüklerini güvenliği olarak saklamıştır ve Silivri’de tutuklu yaşamından uzak kalmasını aldığı tedbirlere bağlamak zorundayız.
Erdoğan cephesi, ültimatomları kabul etmek zorunda kaldılar ve boşalan Meclis Başkanlığı’na, eşi başı-açık olan Köksal Toptan’ı getirdiler. Ancak cumhurreisliği için, Gülen’in, Bülent Arınç aracılığıyla yürüttüğü baskıyı aşamadı ve türbanlı Gül, reis-i cumhur oldular. Burada, her zaman bir akepe yedeği olan ve Gülen’e pek yakın Bahçeli’nin kaba katkılarını da eklemek durumundayız.
***
Artık, D. Bahçeli’nin Gülen’in, bir pek yakın takipçisi olduğunu yazabiliyoruz. Bilimsel şüphemiz kalmamıştır.
***
Öyle görünüyor, bütünün daha rahat yazılabilmesi için, parantez içinde bir paranteze ihtiyaç çıkıyor, bir, Kemal Kılıçdaroğlu’nunFethullahi olduğu konusunda artık kesin açıklık var ve bunu ilk defa, 2010 anayasa referandumu sırasında tespit ile kamuya açıklamıştım. Ne zamandan beri öyledir, bilemiyorum, ancak, cehepe’de sorumluluk almasından öncedir ve öyle olduğu için cehepe’de yükselttiler ve cehepe’yi teslim ettiler. Bahçeli çok yakınıdır. İki, Kılıçdaroğlu’nu, cehepe içinde hep yukarı doğru iten Mustafa Özyürek olmuştur, arkadaşımızdır; biz kendi aramızda hep “Bahriyeli” diyorduk, “Denizci” anlamındadır ve Deniz’e yakınlığından yararlanmıştır. Bu arada modadır, Özyürek de bahriye’ye ihanet edenler arasına katıldılar. Üç, Ekmeleddinİhsanoğlu’nun elinden tutan ise A. Gül idi ve Gül, en azından Gülen yakınıdır ve İhsanoğlu’nu da adamı saymakta hiçbir sakınca görmüyorum. Dört, Kılıçdaroğlu, İhsanoğlu için “tanımıyorum” demiştir ki, tanıması gerekmiyor, çok önceden, Gülen tarafından seçildiğinden şüphe duyamayız. Derviş’in fikri olduğu ise fantezidir ve en fazla habercidir. Beş, Kılıçdaroğlu’nun aday tespiti için yaptığı geziler bir köy oyunudur, eğlenmiştir ve İhsanoğlu’nun babası, Cumhuriyet ve şapka kaçkını İhsan Efendi için bazı malumat “Çöküş” kitabımda mevcuttur. Altı, hem Kılıçdaroğlu ve hem de Bahçeli, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını istiyorlar ve ancak biraz “dayağa muhtaç” olduğunu düşünüyorlar. Ekmeleddin Hoca, sadece tokmaktır ve Erdoğan’ın dişini kırmak için bir vesile sayıyorlar. Parantezi kapatmış oluyorum.
Teknik açıdan benzer bir oyun, Ben-Gurion/Menderes Toplantısı olup, 1958 Ağustos ayını tarih sayabiliyoruz. Ben-Gurion uçağının kaza ile Ankara’ya zorunlu iniş yaptığı “yalanı” iki tarafça da kabul edilmiştir; görülürse kullanılmak üzere tertip edilmişti, gerek olmamıştır. Birincisi İsrael ve ikincisi Türkiye başbakanıydılar, iki tarafta da hiçbir açık bilgi yoktur. Yalnızca, Ankara’da yapılan gizli görüşmede, büyükelçilerin garsonluk yaptıklarını biliyoruz; bunları da bazı İsrael yayınlarından çıkarabiliyoruz.
Türkçe’de, Genelkurmay’da görev yapmış Amiral Sezai Orkunt’un iki-üç satırından başka hiçbir bilgiye sahip değiliz; böyle bir görüşme ve sonunda “brit”, hakkında tek resmi doğrulama budur. Bunu da, ne yazık ben çıkarmış bulunuyorum ve sonunda iki devlet bir birine bağlanmış oldular. Gizli bir ortaklıktır, diyebiliyorum. Türkiye-İsrael, bu gizli buluşmada bir imam nikahı kıydılar ve karı-koca oldular.
METRES İLİŞKİSİ
Bu Türk-İsraelBrit’i, 1958 tarihli, zamanla eskimişti ve Erbakan’ın başbakanlığında, 1996 yılında, Orgeneral Çevik Bir’in güçlü döneminde, yerine, ikincisi yapıldı; bunu, yine ben açıklamıştım; Erbakan Hükümeti’nden Şevket Kazan ısrarla reddettiler. Ben de dayattım, ve sonunda kabul ettiler. Yalnız, Erbakan’ın silah tehdidi karşısında kabul ettiğini söyleyenler de oldu, Nasuhi Güngör’ü hatırlıyorum. Gizli ve bir stratejik anlaşmadır, belli aralıklarla, iki devlet yöneticilerinin görüşmeleri ve ortak kararlar almaları taahhüdü vardır. İsrael ile bazı sorunlara karşın bugün de yürümektedir; demek ki, arada bir metres ilişkisi kurulmuştur, zaman zaman aynı yatağı paylaşıyoruz ve artık biliyoruz.
DOĞU-BATI PAYLAŞMASI
Baykal-Erdoğan Brit’ine göre ise, Livaneli’nin deyişi ile, ülke’yi, “sağı ve solu paylaşma kararını orada vermişlerdir”; Kürt yöreleri, şeriata ve akepe’ye bırakılmıştır ve cehepe, Doğu’dan çekilmişti. Bu kadar değil, ancak yakında cumhurbaşkanlığı alacağına inanan cehepe, Batı’da da cömert davranmış, Deniz Baykal kara çarşaf devrimini açmış, yardımcısı G. Tekin ise, her sokakta bir kuran kursu ilan etmiştir. İlaveten, akepe, bütün Türkiye’yi ve bu arada Batı’yı islamlaştırmada, aslında “şeriat” demek daha doğrudur, geri kalmamıştır. İhanetin özeti işte budur.
YIRTILAN BRİT
Devam ediyorum, Deniz Baykal’ın uyumu ve sabrı, bizim mahkemeler nedeniyle, sona erdi, bunu biliyoruz ve 1 Temmuz 2009 tarihli Hürriyet’ten anlıyoruz; Baykal’ın “benim sana güvenim yok” çıkışı, büyük hurufatla haber yapılmıştı, okuyabiliyoruz. Brit, yırtılmaktadır.
HEPİMİZİ ‘VERDİLER’
Tekrar ile başlayabiliyorum, Yüksek Komutanlar, bu davalara ortak oldular; Genelkurmay Başkanları Orgeneraller Büyükanıt ve Başbuğ, “darbe” ile suçlanan askeri zevatın, askeri mahkemelerde yargılanmalarının önünü kapattılar ve bir hukuki hakkı, akepe’ye hediye ettiler. Ben pek çok televizyonda buna karşı çıktım ve her iki orgenerali de, hak ettikleri ölçüde uyardım ve eleştirdim, ama, hepimizi “verdiler”. Askeri mahkemeleri kullanmamak, kanunlara aykırıydı ve ancak, Erdoğan, kanunla, askeri mahkemelerin alanını daraltma yoluna gitti. Fiili duruma bir hukukilik kazandırmaya çalışıyordu ve Deniz Baykal, işte burada, esarete isyan ediyordu ve artık reddetmektedir. Bir kuşkumuz görünmüyor.
MEDİNE KONVANSİYONU
Baykal, askeri mahkemeler yasası üzerinde, Erdoğan’a, “benim sana güvenim yok” derken asıl şunu söylüyordu ve ben buraya alıyorum: “Bu olayda bizim de kabahatimiz şudur; Meclis’in tatile girme kararı alınmış, kanun üzerinde bir mutabakat sağlanmış ve bir centilmenlik anlaşması yapılmış. Ama siz karşınızdaki insanların o mutabakata bir centilmen gibi sonuna kadar uyacağına güvenini gösterirseniz, yanlış yapmış olursunuz. Onların ne zaman ne yapacağı belli değil.” Baykal, bilmediği Medine Konvansiyonu’nu ve Hayber Yahudileri’ne yapılanları hatırlamış görünüyordu ve çok açık bir şekilde, “ben sana güvenmekle hata yaptım, Erdoğan, sana güven olmaz” diyordu ve “brit” artık bozulmuştur. İlanı var.
Bağırmalarına bakmayınız, yer yer son derece evhamlı ve vesveseli olan Erdoğan için bu fazla açık bir işarettir; artık aldatıldığından emin Baykal, Erdoğan’a çok büyük tehlikedir. Düşmanı yaralı bırakmak çok yanlıştır, böyle bir söz var ve bundan böyle Baykal’ın katli elzemdir. Kaset, yeterlidir ve Erdoğan, kasetin “servise konması” için zaman saymaktadır. 2009 Temmuz ayı ile 2010 Mayıs’ı arasında zamanın çok kısa olduğunu biliyoruz. Koydular.
KASET ORTADA
İşte yakın zamanda, bu kasetin yayına konma işinin, doğrudan doğruya Erdoğan’ın talimatıyla yapıldığına dair yeni kasetler bulundu, sözlü ve görüntülüdürler. Erdoğan artık zor durumdadır, savunmak zorundadır ve iğrenç kaseti, “ben yarım saatte internetten çektirdim” diyordu ve bu soruya Baykal’ın cevabı ise şudur: “Hem kasetin hazırlanması talimatını verebilir, hem kaseti servise sokturabilir hem de sureti haktan gözükmek, bu konudaki kirli tezgahın kendisiyle ilgili olmadığı izlenimini vermek için böyle konuşmuş olabilir”. Öyle anlıyoruz, Deniz Baykal, Tayyip Erdoğan’ın bu kasete dokunduğunu bilmektedir. Sanki, Eftalya’da, masanın bir yanında Erdoğan ve diğer yanında Baykal varlar, pis kaset masada ve ortadadır. Gözümüzün önüne getirebiliyoruz.
Hiç görmedim, böyle şeyleri, bu türden hiç bi-şi’yi, görmemek terbiyem var. Ancak iğrenç ve pis olduğunu biliyorum; pislik doğalarındadır.
YÜCE DİVAN DAVASI
Baykal’ın, 29 Mart 2014 tarihinde söyledikleri arasında iki nokta daha önemlidir, birisi şöyledir: “Öyle anlaşılıyor ki Türkiye’de saygıdeğer insanlara bunu göstermişler.” Gösterilen saygıdeğer insanlardan birisi Deniz Baykal mı, bu soruyu, formüle ediyor ve geri çekiyorum. Dahası, Oda davasından cürüm arkadaşımız B. Pehlivan, kasetin yeni sürüldüğü ve Baykal’ın istifa açıklamasını yaptığı gün çıkan yazısında, "CHP kulislerinde, gizli kamerayla gerçekleştirilen bu komplonun 8 yıl öncesine dayandığı konuşuluyor. Buna göre; komplonun yapılış tarihi, 2002 yılını işaret ediyor," demektedir. Demek, kaset, gizli yemek öncesi hazırdır. İkincisi şudur; bu, “siyasi değil ağır cezalık” bir meseledir. Ben ekliyorum, bu bir “Yüce Divan” davasıdır. Ve “bitti” diyorum.
TEK SEÇENEK
Bitmesine bitti, ama, bir soru çıkıyor ve kendisini zorlamaktadır: Karabulut Kemal, bu tuzağın neresindedir, hiçbir yerinde olmamasını diliyorum. Yalnız, eğer, Karabulut Kemal, hiçbir yerinde değilse, Deniz Baykal’ı aday göstermesi gerekirdi ve her açıdan temizlik için şarttır. Bunun için hâlâ zamanı mevcut; hâlâ cehepe’yi darağacından indirebilir ve yerine kendisini koymasını öneriyorum. İhsanoğlu’nu çekmeli ve Baykal’ı çıkarmalıdır; ve tabii intiharıdır ki önündeki tek seçenek işte budur.
İHANET İÇİNDE İHANET TARİHİ
Tekrarlayabiliyorum, Mustafa Özyürek’e, biz yakından tanıyanlar, “bahriyeli” diyorduk; Deniz Baykal’ın en gözü kara destekçisiydi ve şimdi önümde, “Tahta Bavulla Çıktım Yola” başlıklı, yeni çıkmış anıları duruyor. Sınıf arkadaşı Profesör Ergun Türkcan’ın taze hatıratı var, birlikte değerlendirmek istiyorum, burada çok çok kısa değinmek zorundayım. Fakülte’de, benden iki yıl küçüktüler, ancak ben Mustafa’yı, başkanı olduğum Fikir Klübü’nde yönetim kurulu üyesi olarak biliyorum. Yazmıyor, belki de yanılıyorum.
İçindekilerden, “Kılıçdaroğlu’nun CHP’ye üye oluşu”, “Kılıçdaroğlu’nu grup başkanlığına öneriyorum” ve “Baykal aday olmayınca Kılçdaroğlu’nu destekliyorum” bölüm başlıkları yeterlidir. Elinden tutan ve her yere çıkaran, Profesör Ergun Türkcan’ın bu anılara göre, Özyürek’tir. Şunu da kaydetmekle yetiniyorum, Baykal’ın bir kararı olmadan, Kılıçdaroğlu’nu genel başkan olarak ilan ile gazetelere duyuran da bizim Bahriyeli arkadaşımızdır. Özetle Kemal Kılıçdaroğlu’nuncehepe genel başkanı yapılması Özyürek ile Aydın Doğan medyasının marifeti olmuştur ki burada bir şüphe görmüyorum. Peki “neden”, bu soruyla, bu ihanet içinde ihanet tarihini, bitirmek istiyorum.
***
Öyle anlaşılıyor, Özyürek, bu müthiş desteğini ikisinin de “hesap uzmanı” olmasına bağlıyor ve önemli bir bağ olduğunu söyleyemiyorum. Erdoğan’ın ilk maliye bakanı, Ünal Unakıtan ya da Kılıçdaroğlu’nun tekke ve zaviye hürriyeti isteyen, her açıdan gerici, dyp ve Abdüllatif Şener’in partisinden transfer edip milletvekili tayin ettiği Bülent Kuşoğlu da hesap uzmanıdır. Kılıçdaroğlu, öğrenciliğinde ülkücü Kuşoğlu’nu alıp milletvekili yapıyor ve öğrenciliğinde solcu olan Özyürek’i atıyor; öyleyse daha ikna edici açıklamalara ihtiyacımız var.
MİSYON İLE MONTE
Geçerken tekrar not ediyorum, hem Gülen ve hem Karabulut Kemal, İsrael’e yakındırlar. Kılıçdaroğlu’nun Sarıgül’ün belediye başkanlığı adaylığını, Washington’da açıkladığını ve bunu, İsrael’li büyük bir devlet adamının Karabulut’a bildirdiğini, daha önce, yazmıştım ve her hangi bir şekilde tekzibine rastlamamış bulunuyorum. Buna bir de, İhsanoğlu’nunA.Gül ile F. Gülen’in işaretleri üzerine seçildiği meselesinde artık hiçbir şüphe kalmamıştır, ekliyorum. O halde buraya bakmamız gerekiyor; Baykal’ı siyaseten katledenler, yerine Karabulut’u, bazen “Garbaçov Kemal” diyorum, seçerken bilerek bir iş yapıyorlardı ve bu bir “devam”, anlamındadır. O halde, Karabulut’un Ecevit’in Partisi’ne ve arkasından Baykal’ın yanına gelirken de tarikat bağı olduğunu düşünmek, durumundayım. Bir misyon ile cehepe’ye monte edilmiştir ve demek, her kriz bizi biraz daha aydınlatıyor. Buradayız.
ALEVİLİK İDDİASI
Bir, neden mi “Karabulut” yazıyorum, önce “alevi” olduğuna hiç inanmıyorum, pek çok nedenim var, bu arda yenidir, hiçbir “alevi” koyu sünni bir teşkilatın yöneticisi birisini, laisizm ve şapka kaçkını İhsan Efendi’nin oğlunu, cumhurbaşkanı adayı yapmaz, bu alfabedir. İki, “Kara”, karay dininin kurucusunu anlatmaktadır ve “Bulut” bu dinin kurucusu İbrani “Annan” adının Türkçe karşılığıdır, demek iki yanlıdır. Torunu “Duru” bir İbrani adı taşımaktadır. Özetle, hep Kırım göçmeni üzerinde duruyorum. Devamı var, ancak bu kadarı yetmektedir. Bitirmek istiyorum.
‘HESAP UZMANLIĞI’ YERİNE
Üç, sevgili Arkadaşımız Mustafa, Sünter Arat ya da Sunter Arad ile evlenmişlerdir. Eşlerinin hem adları ve hem soyadları İbrani’dir, sözlüklerimizde bulabiliyoruz. Dört, iki kızları var, yurt dışında doktor olmuşlar, orada evlenmişler, ve akademik kariyerde olup ülke dışında yaşıyorlar, saadet ve refah diliyorum. Beş, kızlarımızdan birisi “Esra” adındadır ve Esra Hanım’ın doktorası, ben bazen öyle yazıyorum, dışardaki, doktoraların bazıları bizim bakkal mektebinde verilenlerden daha kötüdür; Esra Hanım’ı okudum, daha kötüsünü düşünemiyorum. Altı, bir süre Türkiye’de bulunmuştur ve “akepeli tavsif edilmiştir ki doğru bir belirlemedir. Cumhuriyet’i, en kibar deyişle, sevmemektedir. Yedi, Esra Hanım, yurt dışında “ezra” adını kullanıyor ki, İbraniler böyle yapıyorlar. Sekiz, Türkiye’de, Yahudi kurallarına uygun bir törenle evlenmişlerdir. Mutluluklar temenni ediyorum.
***
Tekrar, bir, anılarına “Tahta Bavulla Çıktım Yola” başlığını uygun gören, bizim Bahriyeli Mustafa’nın damatları Marc David Baer, “The Dönme”, Stanford UniversityPress, 2010, kitabının yazarıdır ve ben “dönme” yerine “sabetayist” desem de, beni izlemektedir. Damat ve Profesör Baer, “Althoughthere is noevidencethat Mustafa Kemal Atatürk had anyJewishancestors, he wasconsideredtohavelaunched a state on behalf of secretJews” demektedir. Bu da, ataları ile ilgili bir kanıta sahip değiliz, ancak gizli Yahudiler için bir devlet kurduğuna inanılmaktadır, anlamındadır. Damat Profesör, Yahudilik iddiaları ile karşılaşan, Lenin ve Atatürk türü liderlerin soy ağaçlarıyla ilgili bilgi ve kaynakları örtbas, suppress, ettiklerini de eklemektedir. İnandığı izlenimini ediniyoruz.
İki, Profesör Baer’in kitabı, “Doğan Kitap” tarafından “Selanikli Dönmeler” adıyla, Türkçe yayınlanmış haldedir ve işaret ettiğim paragrafın çevirisini 140’ıncı sayfada bulabiliyoruz. Anlaşılır bir çeviri ve “tahrifat yoktur” demek istiyorum.
Mustafa Özyürek’in “Tahta Bavulla Çıktım Yola” çalışmasına, oldukça kuru ve hatta “taşra işi” bir anı diyebiliriz ve ancak yine Doğan’ın yayınıdır. Hizmetlerinin karşılığı, sayabiliyoruz.
Burada duruyorum, ve bu bağlantıları, “hesap uzmanlığı” ipliği yerine koyuyorum. Gerçekten sona gelmiş durumdayım.
ERDOĞAN’A SARILMA
Gülen’e yakınlıkları bir yana, hem Kılıçdaroğlu ve hem Bahçeli, Erdoğan’a muhtaçtırlar. Erdoğan’ın biriktirdiği “nefret”, her ikisini de oldukları yerde tutabiliyor; muhalefet eder görünüp, Erdoğan’a, sarılıyorlar. İhsanoğlu’nun adaylığı, tam sarılmadır.
MISIR’DAN İTHAL
Danıştay’daki skandalı, 11 Mayıs 2014 tarihli Yurt, “Çankaya’ya değil Bakırköy’e!” büyük başlığı ile duyurmuştu ve Kılıçdaroğlu da, “Danıştay’ın 146. yılını kutlama töreninde ortaya çıkan tablo, devlet yönetme ehliyetini kaybetmiş birinin tutum ve davranışının topluma yansımasıdır” diyordu ki bunu ağır bir sara nöbeti olarak anlayabiliyoruz. Sonra vazgeçtiler ve hep bir ağızdan “öfkeli” adam dediler. Erdoğan’da gördükleri tek kusur işte budur ve çare, aynı türün, sakin ve terbiyeli olanını bulmaktır ve buldular. Buldukları bir sünniefendi’dir ve Mısır’dan ithal ettiler.
ADAYLIK KAPISI
Diğer yandan MHP’den Profesör Halaçoğlu, Erdoğan’ın, dört yıllık bir yüksek okul ve/veya üniversite diploması olmadığını açıkladı ve önce bunda ısrar ettiler. Erdoğan’a adaylık kapısını kapatıyordu ve ancak, birden bire Profesör Halaçoğlu’nun dilini kestiler, artık konuşamıyor. Bahçeli’nin çatı turlarına çıkışı bundan sonradır.
POLİTİKANIN SONU
Siyasi katliamlar, son derece sığ karşıtlıklar, temelde birbirine yakınlıklar ile Medine’deyiz. Her seçimde CHP, daha çok AKP olmaktadır. Partilerin birbirine bu kadar yakınlaşmasına, aynılaşmasına, “theend of politics” diyebiliyoruz, politika’nınsonu’nu yakalamış haldeyiz. Dünyamızın sonudur.
***
Türkiye’nin politika’ya ve ülkenin parti’ye en çok muhtaç olduğu bir zamandayız. Ne kadar hızlı ve o kadar çabuk; çıkarabildiğim sonuç budur.
Yalçın Küçük
Odatv.com
23.06.2014