Günümüzde devletlerin en önemli sorunu toplumu denetleme araçlarının geçmişe kıyasla zayıflamış olmasıdır.
Neoliberalizm çok şey yaptı: Devleti küçülttü, rekabeti artırdı, ulus-devletleri yönetenlerin karar alma yetkilerini “küresel” kuruluşlara devretti; yurttaşların sınıflar olarak değil etnik gruplar ve cemaatler olarak var olmalarını teşvik etti.
18. asırda Sanayi Devrimi’yle birlikte başlayan kentleşme devletin denetim imkânını artırdı. Çalışmayan aç kalıyor, fabrikalar gerektiğinde asker polis tarafından kuşatılıyor, “berduşluk yasaları” çalışmayanları sürekli baskı altında tutuyordu. 19. asrın başlarında ilk örgütlü işçi mücadeleleri ve sendika benzeri oluşumlar ortaya çıktı. Devletin sendikaları da bir denetim aracı haline getirmesi için yüz elli yıl beklemek gerekti.
1920’lerden itibaren devlet totaliter ve faşizan yöntemlerle toplumu denetim altında tuttu. Devlet kavramı yüceltildi; artık sınıfların ve bireylerin devlete kayıtsız şartsız biat etmesi ve onun belirlediği idealler uğruna gerektiğinde kendisini feda etmesi isteniyordu.
II. Savaş’tan sonra, özellikle 1960’lardan itibaren refah devleti anlayışıyla körüklenen tüketim kültürü toplumu denetleme görevini devraldı. Sadakatle çalışanlar, tasarruf imkânlarını değerlendirenler, toplumun düzenini bozup arıza çıkarmayanlar ödüllendiriliyor; sağlık hizmetlerinden, rahat emeklilik imkânlarından yararlanıyorlardı. Üretim, tüketim, dağıtım, eğlence, örgütlenme; bunların hepsi, kitle imha araçlarının tehdidi altında kitleselleşti.
Sosyalizmin kapitalizme yönelik bir tehdit olmaktan çıkmasıyla birlikte, 1990’lardan itibaren tüketim kültürü yerini borçlanarak tüketme kültürüne bıraktı. Neoliberalizm kuralsızlığı getirdi; toplumların köklü iktisadi ve sosyal kurumları, bu arada sendikalar, halk örgütleri zayıfladı; “kitlesellik” evreler halinde yerini bireyselliğe ve grupsallığa bıraktı. Teknoloji, üretim birimlerini küçülttü, böylece çalışanların kitlesel gücü zayıfladı; “siyasi grev” kavramı sahneden çekildi. Tüketim, eğlence ve kültür bireyselleşti; parası olanların ya da borçlananların bunlara ulaşımı kolaylaştı.
Sosyalizmin yakın ve somut bir tehlike olmaktan çıkmasıyla birlikte devletin, yurttaşların refahını ve güvenliğini sağlama görevi giderek serbest piyasa alanına aktarıldı ve esas sorun bu noktada ortaya çıktı: devletin toplumu denetleme imkânı daraldı.
Devlet, silahlar ve imha araçları üzerindeki tekelini kaybetmeye başladı. Silahlanma tabana indi; sıradan insanlar, etnik ve mezhebî gruplar silahlanmaya başladı; bomba yüklü araçlar uluslararası siyasette bir araç olarak kullanılıyordu. Kentlerin yapısı değişti: zenginler güvenli sitelere çekilirken, yoksullar şiddetin hem kaynağı hem de hedefi haline geldiler. Parlamentolar, bütün sınıfları ve çıkar gruplarıyla birlikte halkın temsil edildiği kurumlar olmaktan çıkarak küresel güçlerin ve tekil ülke burjuvazilerinin ya da diktatörlerin noterlik kurumuna dönüşmeye başladı.
Bu sürecin sonu, sosyologların geçen yüzyılda icat ettikleri bir kavramla, “anomi”ye varabilir. Anomi halindeki toplum, sıradan insana kim olduğunu ve ne yapması gerektiğini söyleme kabiliyetini kaybedecek ölçüde parçalanmış ve ayrışmıştır.
“Küreselleşme” ideolojisinin ve neoliberalizmin tıkandığı bugünün dünyasında, yeni bir uluslararası düzen kuruluncaya kadar, bütün bu parçaları “yurttaşlık” kavramında birleştirmekten, emperyalist saldırganlığa karşı “ulus-devlet”i, halkın devletini, dolayısıyla güçlü orduyu, planlı iktisadi ve toplumsal kalkınmayı savunmaktan başka çare yoktur. Emperyalizmin acımasızlığını ve insanlığın umursamazlığını anlamak için iki fotoğrafı, 1945’teki Dresden ile bugünkü Halep şehrini kıyaslamak yeterlidir.
Yavuz ALOGAN
Aydınlık/13.12.2016