Odak ve perspektif meselesi yıllardır zihnimi meşgul eder. Siyasi analiz yaparken bu ikisi arasında giderilmesi güç bir çelişki/aykırılık olduğunu ilk kez ne zaman fark ettiğimi hatırlamıyorum. Fakat bakışta bir sorun olduğu kesin. Bir şeyin üzerinde dikkatle odaklandığınız zaman perspektifi kaybediyorsunuz. Perspektife dağıldığınız zaman da potansiyel odak noktalarını gözden kaçırıyorsunuz. Bende genellikle perspektife dağılma kusuru vardır. Fakat aşırı odaklanma yüzünden perspektifi kaçırmak daha tehlikelidir; çünkü bu durumda, tek bir ağaca odaklanmışsanız mesela, ormanı çepeçevre saran yangını gözden kaçırabilirsiniz.
Cumhurbaşkanı emperyalizme karşı 1960’lardaki Fidel Castro gibi konuşuyor: ABD’ye dönüp “Be hey, Amerika!” diye bağırıyor, Avrupa’ya dönüp “Kimsiniz lan siz!” tadında çıkışlar yapıyor. İnsanın hoşuna gidiyor. Türkiye’de hiçbir devlet adamı emperyalizme karşı böyle bir dil kullanmadı. Bu noktaya odaklanıp “tam anlamıyla devrimci” bir tutum diyebiliriz. Fakat perspektiften baktığımız zaman, İran Devrimi ve Taliban’ın ABD’ye isyanından bu yana, Müslüman Kardeşler’inden Hizbullah’ına Hamas’ına kadar, hatta aşağılık düzeni uluslararası kapitalist disiplinin tehdidi altında olan Suudi Arabistan’a kadar bütün şeriat âleminin çeşitli derecelerde batı emperyalizmine karşı olduğunu görürüz. Emperyalizme karşı olmanın ideolojik, sınıfsal/tarihsel içeriğini, bizdeki “istiklal-i tam” ilkesinin ulusçu anlamını bir yana bırakıp ümmetçinin “antiemperyalist” söylemine odaklandığımız zaman çok yanlış yaparız, kendimizi başka yerlerde bulup şaşırırız. Devrimcilik Saray’a yakıştırılacak kadar ucuz mu?
FETÖ’ye karşı mücadelenin haklılığı, fakat aynı zamanda zaafları, kararsızlıkları üzerinde odaklanıyoruz. Bu arada memlekette ne kadar solcu, aydınlanmacı varsa, hepsinin kamusal alandan süpürülüp atıldığını, üniversite özerkliğinin geri gelmemek üzere kaldırıldığını, basın özgürlüğünün yok edildiğini, devlet katında hızlı bir kadro ayıklaması olduğunu da elbette görüyoruz; ancak yenilmiş bir harekete karşı verilen mücadelenin dalgalar halinde yayılarak ve kapsamından uzaklaşarak bütün toplumu etkileyen ideolojik bir saldırıya dönüşmesinin yakın gelecekte ortaya çıkaracağı manzarayı pek dikkate almıyoruz.
Cumhuriyetin kadınlara verdiği özgürlüğün sembolü olan Maestro İnci Özdil’in Suriye Ulusal Senfoni Orkestrası’nı yönetmesi bize büyük bir gurur veriyor. Bu vesileyle Suriye’de, onca yıkıma, ölüme ve felakete rağmen Senfoni Orkestrası’nın dimdik ayakta durduğunu öğreniyoruz. Fakat sonra dönüp kendimize baktığımızda, AKP hükümetinin başta Devlet Opera ve Balesi ve Devlet Senfoni orkestraları olmak üzere 52 sanat kurumunu kapatmaya hazırlandığını görüyoruz. Kurduğumuz köprünün bizim taraftaki ayağı kırık.
Şunu saptayalım: nüfusumuzun yaklaşık yarısı bütün siyasi partileriyle birlikte mevcut siyaset kurumuna derinden yabancılaştı; büyük bir umutsuzluk, arayış, kültürsüzleşme ve umursamazlık var. Perspektifi kaybetmeden sadece bu kitle üzerinde odaklanarak yaratıcı biçimde örgütlenmek, karışık mesajlarla hedefi ıskalamamak gerekir. Siyasetçinin sözleri ya kulaklara değmiyor ya da kanıksanmış ve alışılmış bir ses paraziti gibi algılanıyor. En büyük tehlike, siyasetin anlamsızlaşması; faydasız, hiçbir şeyi değiştiremeyen bir çaba gibi algılanmasıdır. Dikkati çeken bu algı değişimi Weimar Cumhuriyeti’nin son yıllarını (1928-1933) hatırlatıyor.
Yavuz ALOGAN
Aydınlık/19.11.2016