5 Aralık 2016 Pazartesi

Sömürgeler Olmasaydı, Kapitalizm Toplumsal Refahı Sağlayabilir miydi?


İlkel birikim aşamasında Latin Amerika altın ve gümüşünün yağmalanması, iki sonuca yol açtı.
Bunlardan birincisi, Avrupalılar neredeyse bedava elde ettikleri bu değerli madenleri, Dünya ticaretine dahil olmakta kullandılar. Özellikle gümüş dünya üretiminin ana merkezi olan Çin’in para birimi idi. Sandıklar dolusu gümüşün onları paralı ve itibarlı insanlar haline getirdiğini söylemek pek de yanlış olmaz. Ama onların gümüşünün de etkisi bir yere kadardı. Doğu toplumları, onlar arzı endam etmeden kendi içinde devinen ve büyüyen bir ekonomiye sahiptiler. Onları oraya getiren de Doğunun gelişmişliği idi.
 Avrupa merkezci bakışın ortaya çıkışından sonra, ilk çarpıtılan gerçeklerden biri bu oldu. Doğu toplumları durağan tarihin ilerlemediği toplumlar değildiler. Canlı ekonomik, sosyal ve kültürel bir yaşama sahiptiler.
 İkincisi ise, nihayet para musluğunun başını tutan egemenler başta olmak üzere, Roma’dan sonra ilk kez Avrupa’da iyi kötü işleyen merkezi siyasal örgütlenmeler, devletler ortaya çıkmaya başladı. Gümüş ve altın, askerlerin ve memurların maaşlarının düzenli ödenmesi demekti.
 İç ticari yapının da canlanmasına yol açtı bu altın ve gümüşler. Ama Avrupa’nın yükselişinde tersi iddialara rağmen, ana etkenin bu olmadığı söylenmelidir. İç piyasa, satın alma kapasitesine sahip, bir takım hakları olan yurttaşın ortaya çıkışına kadar, çokta umurunda olmadı egemenlerin. Ana dürtü dış satım oldu her zaman.
 Örneğin İngiltere’de köylüler soyluları eliyle sürüldüler, geçimlik tarım yaptıkları topraklardan. Soylular için yün elde edimi önemliydi. Bunun içinde büyük sürülere ve geniş bölünmemiş topraklara ihtiyaç vardı. Yünler, Flander’deki yün atölyelerine satılıyordu.
 Bunu, ortaya atılan toplumsal örgütlenmenin nasıl ve neye dayandığı teorilerinden tutunda, sıradan insanların yaşam koşullarına kadar her yerde rahatlıkla gözleyebilirdiniz.
 O dönemi anlatanların tanıklığına başvurmakta yarar var.
 Marks çalışma koşulları ve yasal zorunlulukları çok açık anlatır, Kapital’de, kısaca hatırlayalım;
 ‘VIII. Henry, 1530: Yaşlı ve çalışamayacak durumdaki dilenciler dilenme belgesi alıyor. Buna karşılık, gücü yerinde serserilere kırbaç ve hapis cezası. Bir arabanın arkasına bağlanıp kanları sel gibi akıncaya kadar dövülüyorlar; sonra da, ya doğdukları yere ya da son üç yıldır oturmakta oldukları yere dönmeye ve “yeniden işe koyulmaya” (to put themselves to labour) yemin etmek zorunda bırakılıyorlar. Ne vahşi ironi! VIII. Henry’nin saltanatının 27. yılında önceki yasa korundu ama ek maddelerle ağırlaştırıldı. Serserilik suçundan ikinci kez yakalanma durumunda ilgili kişi kırbaçlanacak ve kulağının yarısı kesilecek( bizde de geçerli bir sözdür, bitirimvari yaşayanlar için söylenir, eski kulağı kesiklerden diyerek, kaynağı bu uygulama mıdır acaba?); üçüncü kez yakalanma durumunda ise ağır suçlu ve toplum düşmanı olarak idam edilecekti……
1.       Edward: Saltanatının birinci yılında, 1547’de çıkan bir yasa, işten kaçan bir kişinin, onu aylak olarak ihbar eden kişiye köle olarak verilmesini emrediyor. Efendi, bu köleyi ekmek ve su ile besleyecek, hafif çorba içirecek ve uygun gördüğü et artıklarını verecekti. Kırbacın ve zincirin yardımıyla ona, ne kadar iğrenç ve bayağı olursa olsun, istediği işi yaptırmak hakkına sahipti. Köle, 14 günlüğüne ortadan kaybolursa müebbet köleliğe mahkum edilecek ve kızgın bir demirle alnına veya yanağına S harfi dağlanacak; üçüncü kez kaçarsa hain olarak idam edilecekti. Efendi, onu, herhangi başka taşınabilir meta veya çiftlik hayvanı gibi satabilir, miras yoluyla devredebilir, başkasına kiralayabilirdi.
 Efendilerine karşı herhangi bir girişimde bulunan köleler yine ölümle cezalandırılacaktı. Durumdan haberdar edilen sulh hakimleri herifi takip edecekti. Üç gündür ortalarda dolaşan bir serseri yakalandığında göğsüne kızgın demirle V işareti basılacak ve prangaya vurularak sokakta ya da başka hizmetlerde çalıştırılmak üzere doğduğu yere gönderilecekti. Serseri, yanlış bir doğum yeri gösterdiği takdirde ceza olarak bu yerin sakinlerinin veya loncasının müebbet kölesi olacak ve bir S ile işaretlenecekti. İsteyen herkes, serserinin çocuklarını alma ve erkekleri 24 yaşlarına kadar, kızları ise 20 yaşlarına kadar çırak olarak tutma hakkına sahipti. Kaçmaları durumunda, bu yaşlara kadar, onları diledikleri gibi zincire vurabilecek, kırbaçlayabilecek vb. ustalarının köleleri olacaklardı. Her efendi, onu daha iyi tanımak ve daha emin olmak için kölesinin boynuna, kollarına veya bacaklarına bir demir halka geçirebilirdi. Bu yasanın son kısmı, belirli yoksulların bunlara yiyecek ve içecek sağlayıp iş vermek isteyen yer veya kişiler tarafından çalıştırılmasını öngörür. Bu tür kilise bölgesi kölelerinin varlığı İngiltere’de 19. yüzyılın ortalarına kadar roundsmen (devriye) adı altında devam etmiştir…..
 Elizabeth, 1572: On dört yaşından büyük olup da izin belgesi olmayan dilenciler, bunları iki yıl için hizmetine almak isteyen bir kimse çıkmazsa sert bir şekilde kırbaçlanacak ve sol kulaklan kızgın demirle dağlanacaktı. Kabahatin tekrarı halinde, on sekiz yaşlarını bitirmiş olanlar, bunları iki yıl için hizmetine almak isteyen bir kimse çıkmazsa, idam edilecekti. Üçüncü kez yakalanma halinde ise merhamet gösterilmeksizin hain olarak asılacaklardı. Benzer yasalar: 18 Elizabeth, c. 13 ve 1597…….
1.       James: Ortalıkta dolaşan ve dilenen bir kişi haydut ve serseri ilan edilir. Sulh yargıçları bunları ağır olmayan suç işlemeleri halinde meydanda kırbaçlatma ve ilk yakalanmada 6 ay, ikinci yakalanmada ise 2 yıl hapisle cezalandırma yetkisine sahiptir. Hapis süresi boyunca bunlar sulh yargıçlarının uygun gördükleri sıklık ve miktarda kırbaçlanacaktı.
 … Tehlikeli ve ıslah olmaz haydutların sol omuzları R harfi ile işaretlenecek, bunlar zorunlu çalışmaya tabi tutulacak ve bir daha dilenirken yakalandıkları takdirde merhamet gösterilmeksizin idam edileceklerdi. 18. yüzyılın başlarına kadar yasal olarak yürürlükte kalan bu hükümler ancak 12 Anne c. 23 ile kaldırıldı…’
 Sosyal yaşam ve teknolojinin gelişimini, icatları, buluşları ise Marvin Harris’ten dinlemek yararlı olur;
 ‘ Richard Wilkinson’un gösterdiği gibi, 1500 ile 1830 arasında İngiltere’de yürürlüğe konan önemli bütün teknolojik değişiklikler baskının zoru altında ve doğrudan doğruya ya kaynak yetersizliklerini ya da nüfus artışını ve çoğalmanın amansız baskılarını karşılamak üzere yapılmıştır. Bütün bu sürecin ardında yatan etken tarımsal toprağın gittikçe hızlanan azalmasıydı ki bu da insanları yapımcılığa ve geçimlerini kent kaynaklı işlerde aramaya zorluyordu. Teknolojik yeniliğin en büyük olduğu dönemler nüfus artışının en büyük, yaşam pahalılığının en yüksek ve yoksulların çektikleri acıların en ağır olduğu dönemlerdi.
 Kara Veba’dan bu yana nüfus artışının ilk kez gene çok yükseldiği onaltıncı yüzyıl boyunca madencilik ve yapımcılık onsekizinci yüzyılın sanayi devrimi sırasındaki kadar hızlı büyüdü. Pirinç yapımı ve metal sanatlar gelişti. Demir endüstrisi küçük demirci ocaklarından büyük demir eritme ocaklarına geçince kitlesel üretim aşamasına girdi. Cam yapımı, tuz üretimi, içki yapımı ve tuğla yapımı işlerinin hepsinde hızlı bir genişleme ve yoğunlaşma süreci yaşandı. İngilizler ham yünün dışsatımına son verdiler ve ondan kumaş yapımına yöneldiler. Ama İngiltere’nin ormanları ağacın ve odun kömürünün inşaat ve yakacak amacıyla tüketilmesindeki muazzam artışı kaldıramıyordu. Onyedinci yüzyılın büyük “kereste kıtlığı”nı hafifletmek üzere kömür madenciliği yoğunlaştırıldı. Madenciler kömüre ulaşmak için daha derin kuyular kazdılar ki bu da madenleri su düzeyinin altına indirdi. Onlar suyu dışarı atmak için yamaçlarda hendekler açtılar.
 Bu gibi hendeklere göre madenler çok derinlerde kalınca, onlar pompaları, sonra su dolaplarını ve en sonunda buhar vakumlu pompaları yukarıya kaldırmak üzere atları işe koşmaya çalıştılar.
 Aynı zamanda, değirmenlerin büyük bölümünün su gücüyle çalıştırılmasına devam edildi. Toprak kıtlaştıkça yün fiyatı yükseldi. Çok geçmeden, Hindistan’dan pamuk dışalımı yapmak İngiltere’de koyun yetiştirmekten daha ucuz hale geldi. Pamuklu bez fabrikalarını işletmek için daha çok su gücüne gerek duyuldu. Ama su dolabı kurulacak elverişli yerler kısa zamanda azaldı.
 İşte o zaman ve ancak o zamandır ki Watt ve Boulton iplik eğirme makinaları için gerekli dönel devinimi üretmeyi amaçlayan ilk buhar makinasını meydana getirdiler. Yapım genişledikçe, tecim oylumu (hacmi) büyüdü. Yük hayvanları artık yükleri taşıyamaz oldular. Tecimenler (tacirler) vagon ve yük arabaları kullanımını arttırdılar. Ama tekerlekler yolları harap ettiler, içinde çukurlar açarak yolları bataklığa çevirdiler. Bundan dolayı alternatif taşıma biçimleri sağlamak üzere ortaklıklar kuruldu. Bunlar kanal ağları kurdular ve vagonları atla çekilen demiryollarını denediler. Kanal gemilerini, vagon ve yük arabalarını çekmek için çok büyük sayıda hayvanlara gerek duyuldu ama saman yetiştirmeye ayrılan işlenebilir toprak gittikçe daraldı. Çok geçmeden atları samanla beslemenin maliyeti lokomotifleri kömürle beslemenin maliyetini aştı.
 İşte o zaman ve ancak o zamandır ki – 1830’da- buharlı lokomotif çağı başladı.
 Wilkinson’un sözcükleriyle, bütün bunların özü “aslında genişleyen bir toplumun karşılaştığı artan üretim güçlüklerine ayak uydurma girişimiydi”. İngiltere’nin en büyük beyinlerinden bazılarının güçlü becerisiyle biçimlenmiş bulunan teknoloji gerçek halde 1830’dan önce hiç bir zaman sistemin doğal kaynaklara yönelik o doymak bilmez iştahının önüne geçmedi. Ve Kara Veba’dan sonraki 500 yıl boyunca İngiliz işçi sınıflarının yoksulluğu ve acıları aslında değişikliğe uğramadan devam etti.
 Onsekizinci yüzyıldaki yaşam standardına değgin basmakalıp değerlendirmeler kentsel bir orta sınıfın gelişmesini vurgulayarak daha pembe bir tablo çizerler. Kuşkusuz, 1500 yılından bu yana saltık (mutlak) rakamlarla orta sınıf düzenli olarak büyümüştür, ama ondokuzuncu yüzyılın üçüncü çeyreğinden önce Avrupalı nüfusun önemli yüzdesini oluşturmuş değildir. O zamandan önceki servet dağılımı birçok az gelişmiş ülkelerdeki durumun hemen hemen aynıydı. Nasıl ki bugün insan Mexico City ya da Bombay’daki gökdelenlere bakıp kolayca aldanabilirse, onsekizinci yüzyılın Londra ya da Paris yaşamının coşkulu etkinliklerine, hoş ve konforlu yönlerine bakıp gene kolayca aldanabiliyordu. Ama nüfusun yüzde 10’unun yararlandığı parıltının altında, nüfusun geri kalan yüzde 90’ının geçimini ancak sağlayan bir yaşam ve yoksulluk vardı.
 Birleşik Devletlerde orta sınıfın oluşumu bizim tarih anlayışımızı çarpıtmaya yöneliktir, çünkü bu sınıf Avrupa’dakinden daha hızlı büyümüştür. Ama Amerikan sömürge deneyimi bir (anomali) kuraldışı örnektir. Amerikalılar daha önce içinde yoğun bir nüfus bulunmamış olan bir kıtayı ele geçirdiler. Bir bronz çağının insanları bile böylesine zengin topraklara, ormanlara ve minerallere sahip bulunan el değmemiş bir bölgeden yararlanıp yükselen yaşam standartlarını bir yüz yıl sürdürebilirdi. Hızlı teknolojik değişmenin ilk üç yüz yılının ürünlerinin gerçek anlamda bir sınavdan geçmesi yalnızca Avrupa’da meydana geldi, öyle ki bu kıtada bilimin ilerlemesi köylülerin acılarını azaltmakta başarısızlığa uğramakla kalmadı, ama bu ayrıca aşırı kentsel yoksulluğun ve bozulmanın yeni biçimlerini de yarattı.
 Bazı olgular apaçık bir görünümdedirler. Makineler ne denli büyüdülerse, bunları işleten insanlar da o denli uzun süre ve çok çalışmak zorunda kaldılar. 1800’lerde fabrika işçileri ve madenciler onurlu Bushman’ların, Trobriander, Cherokee ya da Iroquois’lerin hoş karşılamayacakları koşullar altında günde on iki saat çalışıyorlardı. Günün sonunda, çarkların ve şaftların çıkardığı sürekli zırıltı ve titreşimle, toz, duman ve pis kokularla boğuştuktan sonra, işgücü tasarrufu yapan yeni aygıtların ustaları bitler ve pirelerle dolu kir pas içindeki ahır benzeri evlerine çekilirlerdi. Önceleri olduğu gibi, gene yalnızca zenginler et yiyebiliyorlardı.
Güneş ışığının ve D vitaminli besin kaynaklarının yokluğundan ileri gelen raşitizm denen sakat bırakan yeni bir kemik hastalığı kentlerde ve fabrika bölgelerinde endemik (sürekli ) hale geldi. Düşük değerli beslenmelere özgü veremin ve öteki hastalıkların ortaya çıkma oranları da arttı.
 Dolaysız ve dolaylı bebek öldürmeleri uygulaması belki de ortaçağlardaki kadar geniş çapta sürdürüldü. Yasanın savsama sonucu ya da bile bile çocuk öldürme olarak niteleyebileceği olayların büyük bölümü kaza diye geçiştirildi. “Örtbas etme” olayı listenin başlarında yer almakla birlikte, istenmeyen çocuklar ayrıca ardıç suyu ya da uyuşturucuyla zehirlenerek ya da bile bile aç bırakılarak öldürülüyorlardı. William Langer’e göre, 18. yüzyılda Londra’nın ve öteki büyük kentlerin caddelerinde ya da fışkılıklarında çocuk cesetleri görmek seyrek rastlanan bir görünüm değildi”.
Bebeğin bir kilisenin kapısına bırakılması yeğlenirdi, ama bunun ortaya çıkarılma olasılığı çok büyüktü. Sonunda Parlamento işe karışmayı ve çocuk veren kişiyi risk altına sokmadan istenmeyen çocukları toplamak üzere değişik sistemlerle çalışan buluntu hastaneleri kurulmasını kararlaştırdı. Kıta’da, bebek çocuklar buluntu hastanelerinin duvarları içine yerleştirilmiş döner sandıkların içinden geçirilirlerdi.
Ama devlet çocukları erginlik yaşına değin besleyip büyütmenin bedelini karşılayacak güçte değildi ve buluntu hastaneleri hızla defacto mezbahalar halini aldılar, öyle ki bunların temel işlevi devletin öldürme hakkı üzerinde bir tekele sahip çıkma savının doğru olduğunu ispatlamak idi. 1756 ile 1760 arasında Londra’nın ilk buluntu hastanesi ne 15.000 bebek kabul edildi; bunlardan ergenlik çağına dek yaşayanların sayısı yalnızca 4.400 idi. Dinsel bölgelerin düşkünler evlerinde çalıştırılan sütninelerin ellerinde daha binlerce buluntu bebeklerin yok olmaları sürüp gitti. Tasarruf yapmak amacıyla, dinsel bölge memurları tarafından bu bebek çocuklar “hiç bir çocuk hiç bir zaman ellerinden sağ kurtulamadıkları” için, “öldüren dadılar” ya da “dişi kasaplar” takma adlarıyla anılan kadınların ellerine bırakıldılar.
Kıta’da buluntu bebek kurumlarına yapılan kabuller ondokuzuncu yüzyılın ilk yıllarında bile artış gösterdi. Fransa’da bu kabuller 1784 yılında 40.000’den 1 822’de 138.000’e yükseldi.
1830’da bütün Fransa’da 270 döner sandık kullanılmaktaydı. Bu ülkede 1824-1833 arası on yıl boyunca yasal olarak terkedilen bebek sayısı 336.297 idi. “Bebeklerini sandığa bırakan anneler nerdeyse onları ırmağa atmışçasına ölüme gönderdiklerini biliyorlardı”.
Bu kurumlardaki çocukların yüzde 80 ile 90 arasındaki bir oranı yaşamlarının ilk yılı içinde ölüyorlardı.
Daha 1770’lerde Avrupa demografların deyişiyle “modern öncesi’ bir nüfusa sahipti: yüksek doğum ve ölüm oranlan (sırasıyla yaklaşık binde kırkbeş ve binde kırk), yılda yüzde 0.5’lik bir artış oranı ve her doğanın yaklaşık otuz yıllık bir yaşam beklentisi vardı. İnsanların yarıdan az bir bölümünün yaşam süresi onbeş yıl olmuştur. Nüfus sayımlarının başka yerlerden daha güvenilir olduğu İsveç’te, doğumları kayıtlara geçmiş olan bebeklerin yüzde 21’i yaşamlarının ilk yılı içinde ölmüşlerdir.
Avrupa’nın bazı kesimleri 1770’den sonra demografların deyişiyle bir “erken geçiş” aşamasına girdiler. Ölüm oranında belli bir düşme oldu, oysa doğum oranı aşağı yukarı aynı düzeyde kaldı.
Bu durum mutlaka yaşam standardında iyileşme olduğu anlamına gelmez. Çağımızın azgelişmiş ülkelerindeki nüfusların “erken geçiş” aşamasının incelenmesi ölüm oranlarındaki düşmelerin ve bunun sonucu olarak nüfus artışındaki büyümelerin değişmeyen ya da hatta bozulan sağlık ve gönenç standartlarıyla bağdaşır olduklarını ortaya koymuştur.
 ….
Avrupa’da onsekizinci yüzyılın son yılları çocuk emeğine duyulan istemin büyük olduğu bir zamandı. Aile içinde, çocuklar çeşitli “ev sanayileri”ne katılıyorlar, hizmet akdine göre yün taramakta, pamuk eğirmekte, giysi ve başka şeylerin yapımında girişimcilere yardım ediyorlardı. Yapım yerleri fabrikalara dönüştüğünden dolayı, çocuklar genellikle emeğin başlıca kaynağı haline geldiler, çünkü onlara yetişkinlerden daha az ücret ödenebilirdi ve bir de onlar daha uysal olurlardı. Bu nedenle, şu sonuca güvenle varılabilirdi: sanayi devriminin ilk yıllarında ölüm oranının düşmesi bütünüyle beslenme, barınma ya da sağlıkta genellikle önemli bir iyileşme olmasından değil, en azından kısmen çocuk emeğine olan istemin artmasından ileri geliyordu. Önceleri küçük çocukluk yıllarında savsaklanan, terkedilen ya da öldürülen çocuklara artık veremden dolayı ölmelerinden önceki bir kaç yıl için bir fabrikada çalışmaya başlayabilecekleri yaşa değin kuşkulu bir yaşama ayrıcalığı tanınıyordu.’
Aslında bunlar biraz o dönem edebiyatından haberdar olan, örneğin Charles Dickens okuyan herkesin bildiği bilgiler. Haberdarız yani.
 Neden, sorgulanmaz peki?
Çünkü tarih ileri doğru akmaktadır. Bunlar tarihi zorunluluklardır.
Ya da burası imtihan yeridir. Çile çekmeye gelmiştir bu dünyaya İnsanlar.
Peki, sıradan insanlar, bu noktada Avrupalı ya da Dünyanın diğer bölgelerinden birinden olmanın bir önemi yok, ne zaman ilgi alanına girerler, ya da girdiler?
Ancak karı daha çok yükseltmenin, arttırmanın bir aracı olduklarında, bundan ötesi yok.
Bu dönem Batı Avrupa için, dünya üretiminin gerçekleştiği uzak doğunun çöküşü ile ortaya çıktı. Hindistan ekonomisinin özellikle tekstil sanayinin çökertilmesi, İngiltere’nin sanayi atağının önünü açtı. Tekstil sanayi İngiltere’de, gerekli ham madde pamuk ise kuzey Amerika’da üretildi.
Egemenlerin sanayi üretimine yönelmeleri, sanayi de işe yararlılık, ustalık ve beceriler, çalışan kesimlerin toplum içine dahil edilmesinin yolunu açtı.
Toplumsal refah, ancak ve ancak Batı Avrupa tüm dünyanın egemeni olduğunda, tüm dünyanın artı değerinin üstüne oturduğunda gerçekleşti.
 Ayağa kalkışını Amerika’nın, refah toplumu oluşunu ise tüm Dünyanın yağmalanışı sağladı.

Saffet BİLEN / anafikir.gen.tr / 15 Kasım 2016