İlkel
birikim aşamasında Latin Amerika altın ve
gümüşünün yağmalanması, iki sonuca yol açtı.
Bunlardan birincisi, Avrupalılar
neredeyse bedava elde ettikleri bu değerli madenleri, Dünya ticaretine dahil
olmakta kullandılar. Özellikle gümüş dünya üretiminin ana merkezi olan Çin’in
para birimi idi. Sandıklar dolusu gümüşün onları paralı ve itibarlı insanlar
haline getirdiğini söylemek pek de yanlış olmaz. Ama onların gümüşünün de
etkisi bir yere kadardı. Doğu toplumları, onlar arzı endam etmeden kendi içinde
devinen ve büyüyen bir ekonomiye sahiptiler. Onları oraya getiren de Doğunun
gelişmişliği idi.
Avrupa merkezci bakışın ortaya çıkışından sonra, ilk çarpıtılan
gerçeklerden biri bu oldu. Doğu toplumları durağan tarihin ilerlemediği
toplumlar değildiler. Canlı ekonomik, sosyal ve kültürel bir yaşama sahiptiler.
İkincisi ise, nihayet para
musluğunun başını tutan egemenler başta olmak üzere, Roma’dan sonra ilk kez
Avrupa’da iyi kötü işleyen merkezi siyasal örgütlenmeler, devletler ortaya
çıkmaya başladı. Gümüş ve altın, askerlerin ve memurların maaşlarının düzenli
ödenmesi demekti.
İç ticari yapının da canlanmasına yol açtı bu altın ve gümüşler. Ama
Avrupa’nın yükselişinde tersi iddialara rağmen, ana etkenin bu olmadığı
söylenmelidir. İç piyasa, satın alma kapasitesine sahip, bir takım hakları olan
yurttaşın ortaya çıkışına kadar, çokta umurunda olmadı egemenlerin. Ana dürtü
dış satım oldu her zaman.
Örneğin
İngiltere’de köylüler soyluları eliyle sürüldüler, geçimlik tarım yaptıkları
topraklardan. Soylular için yün elde edimi önemliydi. Bunun içinde büyük
sürülere ve geniş bölünmemiş topraklara ihtiyaç vardı. Yünler, Flander’deki yün
atölyelerine satılıyordu.
Bunu, ortaya atılan toplumsal örgütlenmenin nasıl ve neye dayandığı
teorilerinden tutunda, sıradan insanların yaşam koşullarına kadar her yerde
rahatlıkla gözleyebilirdiniz.
O dönemi anlatanların tanıklığına başvurmakta yarar var.
Marks çalışma koşulları ve
yasal zorunlulukları çok açık anlatır, Kapital’de,
kısaca hatırlayalım;
‘VIII. Henry, 1530: Yaşlı
ve çalışamayacak durumdaki dilenciler dilenme belgesi alıyor. Buna karşılık,
gücü yerinde serserilere kırbaç ve hapis cezası. Bir arabanın arkasına bağlanıp
kanları sel gibi akıncaya kadar dövülüyorlar; sonra da, ya doğdukları yere ya
da son üç yıldır oturmakta oldukları yere dönmeye ve “yeniden işe koyulmaya”
(to put themselves to labour) yemin etmek zorunda bırakılıyorlar. Ne vahşi
ironi! VIII. Henry’nin saltanatının
27. yılında önceki yasa korundu ama ek maddelerle ağırlaştırıldı. Serserilik
suçundan ikinci kez yakalanma durumunda ilgili kişi kırbaçlanacak ve kulağının
yarısı kesilecek( bizde de geçerli bir sözdür, bitirimvari yaşayanlar için
söylenir, eski kulağı kesiklerden diyerek, kaynağı bu uygulama mıdır acaba?);
üçüncü kez yakalanma durumunda ise ağır suçlu ve toplum düşmanı olarak idam
edilecekti……
1.
Edward: Saltanatının birinci
yılında, 1547’de çıkan bir yasa,
işten kaçan bir kişinin, onu aylak olarak ihbar eden kişiye köle olarak
verilmesini emrediyor. Efendi, bu köleyi ekmek ve su ile besleyecek, hafif
çorba içirecek ve uygun gördüğü et artıklarını verecekti. Kırbacın ve zincirin
yardımıyla ona, ne kadar iğrenç ve bayağı olursa olsun, istediği işi yaptırmak
hakkına sahipti. Köle, 14 günlüğüne ortadan kaybolursa müebbet köleliğe mahkum
edilecek ve kızgın bir demirle alnına veya yanağına S harfi dağlanacak; üçüncü
kez kaçarsa hain olarak idam edilecekti. Efendi, onu, herhangi başka
taşınabilir meta veya çiftlik hayvanı gibi satabilir, miras yoluyla
devredebilir, başkasına kiralayabilirdi.
Efendilerine karşı herhangi bir girişimde bulunan köleler yine ölümle
cezalandırılacaktı. Durumdan haberdar edilen sulh hakimleri herifi takip
edecekti. Üç gündür ortalarda dolaşan bir serseri yakalandığında göğsüne kızgın
demirle V işareti basılacak ve prangaya vurularak sokakta ya da başka
hizmetlerde çalıştırılmak üzere doğduğu yere gönderilecekti. Serseri, yanlış
bir doğum yeri gösterdiği takdirde ceza olarak bu yerin sakinlerinin veya
loncasının müebbet kölesi olacak ve bir S ile işaretlenecekti. İsteyen herkes,
serserinin çocuklarını alma ve erkekleri 24 yaşlarına kadar, kızları ise 20
yaşlarına kadar çırak olarak tutma hakkına sahipti. Kaçmaları durumunda, bu
yaşlara kadar, onları diledikleri gibi zincire vurabilecek, kırbaçlayabilecek
vb. ustalarının köleleri olacaklardı. Her efendi, onu daha iyi tanımak ve daha
emin olmak için kölesinin boynuna, kollarına veya bacaklarına bir demir halka
geçirebilirdi. Bu yasanın son kısmı, belirli yoksulların bunlara yiyecek ve
içecek sağlayıp iş vermek isteyen yer veya kişiler tarafından çalıştırılmasını
öngörür. Bu tür kilise bölgesi kölelerinin varlığı İngiltere’de 19. yüzyılın
ortalarına kadar roundsmen (devriye) adı altında devam etmiştir…..
Elizabeth, 1572: On dört
yaşından büyük olup da izin belgesi olmayan dilenciler, bunları iki yıl için
hizmetine almak isteyen bir kimse çıkmazsa sert bir şekilde kırbaçlanacak ve sol
kulaklan kızgın demirle dağlanacaktı. Kabahatin tekrarı halinde, on sekiz
yaşlarını bitirmiş olanlar, bunları iki yıl için hizmetine almak isteyen bir
kimse çıkmazsa, idam edilecekti. Üçüncü kez yakalanma halinde ise merhamet
gösterilmeksizin hain olarak asılacaklardı. Benzer yasalar: 18 Elizabeth, c. 13
ve 1597…….
1.
James: Ortalıkta dolaşan ve
dilenen bir kişi haydut ve serseri ilan edilir. Sulh yargıçları bunları ağır
olmayan suç işlemeleri halinde meydanda kırbaçlatma ve ilk yakalanmada 6 ay,
ikinci yakalanmada ise 2 yıl hapisle cezalandırma yetkisine sahiptir. Hapis
süresi boyunca bunlar sulh yargıçlarının uygun gördükleri sıklık ve miktarda
kırbaçlanacaktı.
… Tehlikeli ve ıslah olmaz haydutların sol omuzları R harfi ile
işaretlenecek, bunlar zorunlu çalışmaya tabi tutulacak ve bir daha dilenirken
yakalandıkları takdirde merhamet gösterilmeksizin idam edileceklerdi. 18.
yüzyılın başlarına kadar yasal olarak yürürlükte kalan bu hükümler ancak 12
Anne c. 23 ile kaldırıldı…’
Sosyal yaşam ve teknolojinin gelişimini, icatları, buluşları ise Marvin Harris’ten dinlemek yararlı
olur;
‘ Richard Wilkinson’un gösterdiği gibi, 1500 ile 1830 arasında
İngiltere’de yürürlüğe konan önemli bütün teknolojik değişiklikler baskının
zoru altında ve doğrudan doğruya ya kaynak yetersizliklerini ya da nüfus
artışını ve çoğalmanın amansız baskılarını karşılamak üzere yapılmıştır. Bütün
bu sürecin ardında yatan etken tarımsal toprağın gittikçe hızlanan azalmasıydı
ki bu da insanları yapımcılığa ve geçimlerini kent kaynaklı işlerde aramaya
zorluyordu. Teknolojik yeniliğin en büyük olduğu dönemler nüfus artışının en
büyük, yaşam pahalılığının en yüksek ve yoksulların çektikleri acıların en ağır
olduğu dönemlerdi.
Kara Veba’dan bu yana nüfus artışının ilk kez gene çok yükseldiği onaltıncı
yüzyıl boyunca madencilik ve yapımcılık onsekizinci yüzyılın sanayi devrimi
sırasındaki kadar hızlı büyüdü. Pirinç yapımı ve metal sanatlar gelişti. Demir
endüstrisi küçük demirci ocaklarından büyük demir eritme ocaklarına geçince
kitlesel üretim aşamasına girdi. Cam yapımı, tuz üretimi, içki yapımı ve tuğla
yapımı işlerinin hepsinde hızlı bir genişleme ve yoğunlaşma süreci yaşandı.
İngilizler ham yünün dışsatımına son verdiler ve ondan kumaş yapımına
yöneldiler. Ama İngiltere’nin ormanları ağacın ve odun kömürünün inşaat ve
yakacak amacıyla tüketilmesindeki muazzam artışı kaldıramıyordu. Onyedinci
yüzyılın büyük “kereste kıtlığı”nı hafifletmek üzere kömür madenciliği
yoğunlaştırıldı. Madenciler kömüre ulaşmak için daha derin kuyular kazdılar ki bu
da madenleri su düzeyinin altına indirdi. Onlar suyu dışarı atmak için
yamaçlarda hendekler açtılar.
Bu gibi hendeklere göre madenler çok derinlerde kalınca, onlar
pompaları, sonra su dolaplarını ve en sonunda buhar vakumlu pompaları yukarıya
kaldırmak üzere atları işe koşmaya çalıştılar.
Aynı zamanda, değirmenlerin büyük bölümünün su gücüyle
çalıştırılmasına devam edildi. Toprak kıtlaştıkça yün fiyatı yükseldi. Çok
geçmeden, Hindistan’dan pamuk dışalımı yapmak İngiltere’de koyun yetiştirmekten
daha ucuz hale geldi. Pamuklu bez fabrikalarını işletmek için daha çok su
gücüne gerek duyuldu. Ama su dolabı kurulacak elverişli yerler kısa zamanda
azaldı.
İşte o zaman ve ancak o zamandır ki Watt ve Boulton iplik eğirme
makinaları için gerekli dönel devinimi üretmeyi amaçlayan ilk buhar makinasını
meydana getirdiler. Yapım genişledikçe, tecim oylumu (hacmi) büyüdü. Yük
hayvanları artık yükleri taşıyamaz oldular. Tecimenler (tacirler) vagon ve yük
arabaları kullanımını arttırdılar. Ama tekerlekler yolları harap ettiler,
içinde çukurlar açarak yolları bataklığa çevirdiler. Bundan dolayı alternatif
taşıma biçimleri sağlamak üzere ortaklıklar kuruldu. Bunlar kanal ağları
kurdular ve vagonları atla çekilen demiryollarını denediler. Kanal gemilerini,
vagon ve yük arabalarını çekmek için çok büyük sayıda hayvanlara gerek duyuldu
ama saman yetiştirmeye ayrılan işlenebilir toprak gittikçe daraldı. Çok
geçmeden atları samanla beslemenin maliyeti lokomotifleri kömürle beslemenin
maliyetini aştı.
İşte o zaman ve ancak o zamandır ki – 1830’da- buharlı lokomotif çağı başladı.
Wilkinson’un
sözcükleriyle, bütün bunların özü “aslında genişleyen bir toplumun karşılaştığı
artan üretim güçlüklerine ayak uydurma girişimiydi”. İngiltere’nin en büyük
beyinlerinden bazılarının güçlü becerisiyle biçimlenmiş bulunan teknoloji
gerçek halde 1830’dan önce hiç bir zaman sistemin doğal kaynaklara yönelik o
doymak bilmez iştahının önüne geçmedi. Ve Kara Veba’dan sonraki 500 yıl boyunca
İngiliz işçi sınıflarının yoksulluğu ve acıları aslında değişikliğe uğramadan
devam etti.
Onsekizinci yüzyıldaki yaşam standardına değgin basmakalıp
değerlendirmeler kentsel bir orta sınıfın gelişmesini vurgulayarak daha pembe
bir tablo çizerler. Kuşkusuz, 1500 yılından bu yana saltık (mutlak) rakamlarla
orta sınıf düzenli olarak büyümüştür, ama ondokuzuncu yüzyılın üçüncü
çeyreğinden önce Avrupalı nüfusun önemli yüzdesini oluşturmuş değildir. O
zamandan önceki servet dağılımı birçok az gelişmiş ülkelerdeki durumun hemen
hemen aynıydı. Nasıl ki bugün insan Mexico City ya da Bombay’daki gökdelenlere
bakıp kolayca aldanabilirse, onsekizinci yüzyılın Londra ya da Paris yaşamının
coşkulu etkinliklerine, hoş ve konforlu yönlerine bakıp gene kolayca aldanabiliyordu.
Ama nüfusun yüzde 10’unun yararlandığı parıltının altında, nüfusun geri kalan
yüzde 90’ının geçimini ancak sağlayan bir yaşam ve yoksulluk vardı.
Birleşik Devletlerde orta sınıfın oluşumu bizim tarih anlayışımızı
çarpıtmaya yöneliktir, çünkü bu sınıf Avrupa’dakinden daha hızlı büyümüştür.
Ama Amerikan sömürge deneyimi bir (anomali) kuraldışı örnektir. Amerikalılar
daha önce içinde yoğun bir nüfus bulunmamış olan bir kıtayı ele geçirdiler. Bir
bronz çağının insanları bile böylesine zengin topraklara, ormanlara ve
minerallere sahip bulunan el değmemiş bir bölgeden yararlanıp yükselen yaşam
standartlarını bir yüz yıl sürdürebilirdi. Hızlı teknolojik değişmenin ilk üç
yüz yılının ürünlerinin gerçek anlamda bir sınavdan geçmesi yalnızca Avrupa’da
meydana geldi, öyle ki bu kıtada bilimin ilerlemesi köylülerin acılarını
azaltmakta başarısızlığa uğramakla kalmadı, ama bu ayrıca aşırı kentsel
yoksulluğun ve bozulmanın yeni biçimlerini de yarattı.
Bazı olgular apaçık bir görünümdedirler. Makineler ne denli
büyüdülerse, bunları işleten insanlar da o denli uzun süre ve çok çalışmak
zorunda kaldılar. 1800’lerde fabrika işçileri ve madenciler onurlu
Bushman’ların, Trobriander, Cherokee ya da Iroquois’lerin hoş
karşılamayacakları koşullar altında günde on iki saat çalışıyorlardı. Günün
sonunda, çarkların ve şaftların çıkardığı sürekli zırıltı ve titreşimle, toz,
duman ve pis kokularla boğuştuktan sonra, işgücü tasarrufu yapan yeni
aygıtların ustaları bitler ve pirelerle dolu kir pas içindeki ahır benzeri
evlerine çekilirlerdi. Önceleri olduğu gibi, gene yalnızca zenginler et yiyebiliyorlardı.
Güneş ışığının ve D vitaminli besin kaynaklarının yokluğundan ileri gelen
raşitizm denen sakat bırakan yeni bir kemik hastalığı kentlerde ve fabrika
bölgelerinde endemik (sürekli ) hale geldi. Düşük değerli beslenmelere özgü
veremin ve öteki hastalıkların ortaya çıkma oranları da arttı.
Dolaysız ve dolaylı bebek öldürmeleri uygulaması belki de
ortaçağlardaki kadar geniş çapta sürdürüldü. Yasanın savsama sonucu ya da bile
bile çocuk öldürme olarak niteleyebileceği olayların büyük bölümü kaza diye
geçiştirildi. “Örtbas etme” olayı listenin başlarında yer almakla birlikte,
istenmeyen çocuklar ayrıca ardıç suyu ya da uyuşturucuyla zehirlenerek ya da
bile bile aç bırakılarak öldürülüyorlardı. William Langer’e göre, 18. yüzyılda
Londra’nın ve öteki büyük kentlerin caddelerinde ya da fışkılıklarında çocuk
cesetleri görmek seyrek rastlanan bir görünüm değildi”.
Bebeğin bir kilisenin kapısına bırakılması yeğlenirdi, ama bunun ortaya
çıkarılma olasılığı çok büyüktü. Sonunda Parlamento işe karışmayı ve çocuk
veren kişiyi risk altına sokmadan istenmeyen çocukları toplamak üzere değişik
sistemlerle çalışan buluntu hastaneleri kurulmasını kararlaştırdı. Kıta’da,
bebek çocuklar buluntu hastanelerinin duvarları içine yerleştirilmiş döner
sandıkların içinden geçirilirlerdi.
Ama devlet çocukları erginlik yaşına değin besleyip büyütmenin bedelini
karşılayacak güçte değildi ve buluntu hastaneleri hızla defacto mezbahalar
halini aldılar, öyle ki bunların temel işlevi devletin öldürme hakkı üzerinde
bir tekele sahip çıkma savının doğru olduğunu ispatlamak idi. 1756 ile 1760 arasında Londra’nın ilk
buluntu hastanesi ne 15.000 bebek kabul edildi; bunlardan ergenlik çağına dek
yaşayanların sayısı yalnızca 4.400 idi. Dinsel bölgelerin düşkünler
evlerinde çalıştırılan sütninelerin ellerinde daha binlerce buluntu bebeklerin
yok olmaları sürüp gitti. Tasarruf yapmak amacıyla, dinsel bölge memurları
tarafından bu bebek çocuklar “hiç bir çocuk hiç bir zaman ellerinden sağ
kurtulamadıkları” için, “öldüren dadılar” ya da “dişi kasaplar” takma adlarıyla
anılan kadınların ellerine bırakıldılar.
Kıta’da buluntu bebek kurumlarına yapılan kabuller ondokuzuncu yüzyılın ilk
yıllarında bile artış gösterdi. Fransa’da bu kabuller 1784 yılında 40.000’den 1
822’de 138.000’e yükseldi.
1830’da bütün Fransa’da 270 döner sandık kullanılmaktaydı. Bu ülkede
1824-1833 arası on yıl boyunca yasal olarak terkedilen bebek sayısı 336.297
idi. “Bebeklerini sandığa bırakan anneler nerdeyse onları ırmağa atmışçasına
ölüme gönderdiklerini biliyorlardı”.
Bu kurumlardaki çocukların yüzde 80 ile 90 arasındaki bir oranı
yaşamlarının ilk yılı içinde ölüyorlardı.
Daha 1770’lerde Avrupa demografların deyişiyle “modern öncesi’ bir nüfusa
sahipti: yüksek doğum ve ölüm oranlan (sırasıyla yaklaşık binde kırkbeş ve
binde kırk), yılda yüzde 0.5’lik bir artış oranı ve her doğanın yaklaşık otuz
yıllık bir yaşam beklentisi vardı. İnsanların yarıdan az bir bölümünün yaşam
süresi onbeş yıl olmuştur. Nüfus sayımlarının başka yerlerden daha güvenilir
olduğu İsveç’te, doğumları kayıtlara geçmiş olan bebeklerin yüzde 21’i
yaşamlarının ilk yılı içinde ölmüşlerdir.
Avrupa’nın bazı kesimleri 1770’den sonra demografların deyişiyle bir “erken
geçiş” aşamasına girdiler. Ölüm oranında belli bir düşme oldu, oysa doğum oranı
aşağı yukarı aynı düzeyde kaldı.
Bu durum mutlaka yaşam standardında iyileşme olduğu anlamına gelmez.
Çağımızın azgelişmiş ülkelerindeki nüfusların “erken geçiş” aşamasının
incelenmesi ölüm oranlarındaki düşmelerin ve bunun sonucu olarak nüfus
artışındaki büyümelerin değişmeyen ya da hatta bozulan sağlık ve gönenç
standartlarıyla bağdaşır olduklarını ortaya koymuştur.
….
Avrupa’da onsekizinci yüzyılın son yılları çocuk emeğine duyulan istemin
büyük olduğu bir zamandı. Aile içinde, çocuklar çeşitli “ev sanayileri”ne
katılıyorlar, hizmet akdine göre yün taramakta, pamuk eğirmekte, giysi ve başka
şeylerin yapımında girişimcilere yardım ediyorlardı. Yapım yerleri fabrikalara
dönüştüğünden dolayı, çocuklar genellikle emeğin başlıca kaynağı haline
geldiler, çünkü onlara yetişkinlerden daha az ücret ödenebilirdi ve bir de
onlar daha uysal olurlardı. Bu nedenle, şu sonuca güvenle varılabilirdi: sanayi
devriminin ilk yıllarında ölüm oranının düşmesi bütünüyle beslenme, barınma ya
da sağlıkta genellikle önemli bir iyileşme olmasından değil, en azından kısmen
çocuk emeğine olan istemin artmasından ileri geliyordu. Önceleri küçük çocukluk
yıllarında savsaklanan, terkedilen ya da öldürülen çocuklara artık veremden
dolayı ölmelerinden önceki bir kaç yıl için bir fabrikada çalışmaya başlayabilecekleri
yaşa değin kuşkulu bir yaşama ayrıcalığı tanınıyordu.’
Aslında bunlar biraz o dönem edebiyatından haberdar olan, örneğin Charles
Dickens okuyan herkesin bildiği bilgiler. Haberdarız yani.
Neden, sorgulanmaz peki?
Çünkü tarih ileri doğru akmaktadır. Bunlar tarihi zorunluluklardır.
Ya da burası imtihan yeridir. Çile çekmeye gelmiştir bu dünyaya İnsanlar.
Peki, sıradan insanlar, bu noktada Avrupalı ya da Dünyanın diğer
bölgelerinden birinden olmanın bir önemi yok, ne zaman ilgi alanına girerler, ya
da girdiler?
Ancak karı daha çok yükseltmenin, arttırmanın bir aracı olduklarında,
bundan ötesi yok.
Bu dönem Batı Avrupa için, dünya üretiminin gerçekleştiği uzak doğunun
çöküşü ile ortaya çıktı. Hindistan ekonomisinin özellikle tekstil sanayinin
çökertilmesi, İngiltere’nin sanayi atağının önünü açtı. Tekstil sanayi
İngiltere’de, gerekli ham madde pamuk ise kuzey Amerika’da üretildi.
Egemenlerin sanayi üretimine yönelmeleri, sanayi de işe yararlılık, ustalık
ve beceriler, çalışan kesimlerin toplum içine dahil edilmesinin yolunu açtı.
Toplumsal refah, ancak ve ancak Batı Avrupa tüm dünyanın egemeni olduğunda,
tüm dünyanın artı değerinin üstüne oturduğunda gerçekleşti.
Ayağa kalkışını Amerika’nın, refah toplumu oluşunu ise tüm Dünyanın
yağmalanışı sağladı.
Saffet BİLEN / anafikir.gen.tr / 15 Kasım
2016