Yaz ayına rastlamışsa eğer Kurban Bayramı, zaten pislik içindeki o mahallede yaşam iyice berbatlaşırdı...
Kanalizasyon kokusunun kurban atıklarına karıştığı sokaklarda biz çocuklar yalnızca tek tük evde kesilebilen koyunlara değil, sınır boylarında korkuya kurban edilen hayvanlara da ağlardık!..
Oysa yaşamın çelişkiler zincirine dönüştüğü bir mahallede nice tuhaflıklar vardı!.. Gelin; sizi çocukluğumun bir Kurban Bayramı’na götüreyim ki, orada hem insanlığı hem, umudu hem de ihaneti görün:
Bizler sanki terk edilmiş bir dünyanın sonsuzluğunda gibiydik... Kayaların ve çamurun geçit vermediği sokaklarda eski çağdan kalmış zamanlara mahkumduk!..
Suyun eşek sırtında taşındığı, elektriğin şansa kaldığı, yoksulluğun ise kadrolu olduğu bir dünyaydı bizimkisi...
“Şark çıbanı” yaralarımızın veba gibi yakamıza yapışması yetmezmiş gibi, adı “Kötüler” olan bir mahallede yaşamak kara tenlilerin dünyasında zencilere dönüştürmüştü bizi!..
Babalarımızın “kaçakçı” olması ise cabasıydı!.. Düşünebiliyor musunuz; kent merkezinden en az 6 kilometre uzaklıktaydık ve evlerimizin çoğunun avlusunda antik mağaralar vardı...
Tatarcık sineğinin bulaştırdığı “Şark Çıbanı” denilen illet ortalığı kasıp kavuruyordu ve biz ekmeklerini mayınlı arazilerde arayan korkuya köle babaların yoksul çocuklarıydık...
İsyanın misketleri!..
Biz bu kadar handikapın çevrelediği bir mahallede yine de çocuktuk işte... Özlemlerimiz vardı güzellikten ve iyilikten yana... Arayışlarımız vardı başarıya ulaşmadan yana...
Küçük mutluluklar, körpe zihinlerimizde kocaman lunaparklar gibiydi!..
Dut ağaçlarında sallanan salıncaklarda gökyüzünü keşfetmeye çıkmış yıldızlar gibiydik!..
Çevirdiğimiz topaçlarda umutlarımıza dünyayı dolaştırırdık!.. Çelik-çomak oynarken öfkelerimizi pulsuz mektuplar gibi uzaklara atardık!..
Bazalt taşından yaptığımız güllelerimiz vardı ve bizler modern dünyanın cam misketlerine isyan ederdik!..
Ağaca hasret bir mahallede, bozkırın tam ortasında minik ellerimizle kavrayabildiğimiz her nesneyi oyuncak yapardık!.. Taşları, ağaç dallarını, cam parçalarını ve çamuru...
Kelebekleri uçak, çekirgeleri helikopter diye kovalardık... Arılar pusuya yatmış korkularımızdı!..
Birer harabeyi andıran evlerimizde mağaralara yuva yapmış yılanlarla köşe kapmaca oynardık!..
Tüm yoksulluğumuza ve geri kalmışlığımıza rağmen; sarı güneşin kara tenlerimizi kavurduğu topraklarda, kahverengi gözlerimiz yine de umudu arardı!..
İşte orada; Urfa’nın Kötüler Mahallesi’nde, bayramın telaşı günler öncesinden bizi tutsak ederdi!.. Sevinç ve heyecanın biraz da karamsarlığa karıştığı günlerde tek endişemiz bize yeni giysiler alınıp alınmayacağıydı.
Hüznün duvarları!..
Kurban Bayramlarını yalnızca kan korkusundan değil bir önceki bayramdan kalma giysileri giymek zorunda olduğumuz için de sevmezdik...
Yalnız biz değil, mahallenin diğer çocukları da Şeker Bayramı için alınan bağcıklı kahverengi kunduraları aylar sonra bir teneke leğende yumuşatıp Kurban Bayramı’nda da giymek zorunda kalırdı!..
Boyanıp parlatılan o ayakkabılar, hüznün adeta yüksek duvarlara dönüştüğü o mahallede hepimizi ıstırabın cenderesine çekmeye yeterdi!..
Kötüler Mahallesi’nde, briketten gecekondulardaki çaput döşeklerde zenginlik rüyaları görürken, babalarımız olmazdı çoğu zaman yanı başımızda... Onlar genellikle, o sıralarda ekmek peşinde olurlardı...
Urfa’nın Kötüler Mahallesi’ni mesken tutan kaçakçılar için Kurban Bayramı adeta hasat mevsimiydi!..
O dönemlerde Suriye’ye hayvan kaçakçılığı yoğunlaşır ve kaçakçılar büyük bir heyecana kapılırdı... Çünkü çok hayvan çok para olduğu gibi, çok da korkuydu aynı zamanda...
Dehşetin sınırları!..
Kaçakçılar sınırı geçmek için bir gün önceden, gece yarısı Kötüler Mahallesi’nden yola çıkarlardı...
Ahır olarak kullanılan Bizans’tan kalma mağaralardan çıkartılan küçük ve büyükbaş hayvanlar yaklaşık 40 kilometrelik bir yolculuğun ardından Suriye sınırına yakın köylerde bekletilir sonra da mayınlı araziyi aşmak için harekete geçilirdi...
Ekmeğin, hayvan sırtında, yaşamın hayvan kanında arandığı yerlerdi sınır boyları...
Kaçakçılar bazen mayınlı arazilerde güvenli yollar açabilmek için dehşet verici yöntemler de kullanırdı!..
Örneğin bir eşeğin arkasına yatay olarak uzunca bir kalas bağlanır ve hayvanın mayınlı arazide hızla koşması sağlanırdı...
Zavallı hayvanlar pek şanslı olmazlardı!.. Çoğu arazinin ortasına gelmeden patlayan mayınlarla parçalanırdı!.. Kaçakçılar bir hayvanın rahatlıkla geçebileceği bir yol açana kadar bu yöntemi sürdürürlerdi...
Kötülüğün kurbanları!..
Kaçakçılar Suriye’den dönüşte çay, kahve ve kına getirirlerdi... Bir de bayram sabahı kesecekleri kurbanların parasını... Tüm kazançları buydu işte... Bir hayvanın açtığı kanlı yoldan hayvan kaçırmak ve bir hayvan kesebilecek parayı kazanabilmek!..
Şeker kokusunun kan kokusuna yenildiği o bayramlarda, biz çocuklar ve garip analarımız işte bu ürkütücü atmosferde kaçakçı yolu gözlerdik!..
Hepimizin tek korkusu vardı; bir mayına kurban gitmesin babalarımız!..
Evet, orası Kötüler Mahallesi’ydi... Yasadışılığın, bir tek ekmeği bile mayının altına gizlediği kanlı toprakların yanı başıydı orası...
Tatarcığın tene, yılanın uykuya, yoksulluğun yaşama, mayının cana ve korkunun insanlığa ihanet ettiği bir garip yerdi orası!..
Orada... İşte Kötüler Mahallesi’nde, her zaman bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardı... Ve oranın garip çocukları, büyük kentin ihanet sarmalına düştüklerinde bir fincan mırranın yürek yakmasını hep takdir etmişlerdi!..
Kötülüğün kurban edildiği nice bayramlar dileğiyle!..
OKURLARA: Beni hep hüzünlendiren 16.11.2010 tarihli bu yazıyı anımsatarak, bayramınızı yeniden kutluyorum...
Mehmet FARAÇ- Aydınlık/26.09.2015