5 Eylül 2015 Cumartesi

Sola Yutturulmaya Çalışılan Zoka 4: Küreselleşme ve Az Gelişmiş Ülkelerde Kimlik Siyaseti

Hüseyin Zeray- HARRAN



  Kimlik siyasetinin yükselişi, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce de zaten var olan etnik milliyetçi ve köktendinci akımların ekmeğine yağ sürdü. Bunlar kimlik siyasetinin öncü temsilcileriydiler. Ancak neoliberalizm öncesinde toplumsal destek açısından sınırlı kuvvetler toplayabiliyorlardı. Üstelik yeni toplumsal hareketler ile solun ilişkisine benzer bir durum, bu akımlar için de geçerliydi. Etnik ve dini kimliklerin belirleyiciliğine yaptıkları vurguya rağmen, bu akımlar siyasetin merkezini sağ ve solun belirlediği dönemlerde kendilerini kapsayıcı ekonomik, toplumsal ve siyasal programlar üzerinden ifade etmek zorunda kalıyorlardı.

  1991’de SSCB’nin dağılması Marksizmin siyaset sahnesindeki iddiasına darbe vurdu. Batı solunun reformcu işçi sınıfına karşı yeni bir devrimci özne arayışlarıyla parlatılan, neoliberalizm tarafından sahiplenilerek sosyalizme seçenek olarak sunulan kimlik siyaseti, Sovyet sonrası dönemde bütün akımlar üzerinde etkili olmaya başladı. Şüphesiz ilk ve en büyük etkisi etnik ve mezhepçi akımlar üzerinde oldu. Bu akımlar sınıf-temelli siyasetin ideolojik etkisinden kurtularak, ekonomik ve sosyal politikaları kimlik vurgularının arkasına atma imkanı buldular. Ayrıca geleneksel sağ ve sol arasındaki sınırların bir süredir belirsizleşmesinin meyvesini en çok bu akımlar topladılar. 1980’lerde sosyal demokrasinin neoliberal serbest piyasa tezlerini benimsemesi, sağcılaşmasına ve kitleler üzerindeki etkisini kaybetmesine yol açmaktaydı. 1990’ların başında sosyalizmin de iddiasını kaybetmesi, etnik ve mezhepçi akımların hem toplumsal etkilerini yaymalarına hem de birbirine benzeyen partiler yelpazesi içinde “farklı” algılanıp düzenin alternatifi olarak görülmelerine neden oldu.

  SSCB’nin dağılmasının ardından ABD “yeni dünya düzeni” konseptini ilan etti. Bundan böyle küreselleşme sadece mali ve siyasi/diplomatik araçlarla değil, aynı zamanda askeri araçlarla sürdürülecekti. Küreselleşme adı erilen ancak gerçekte küreselleştirme denilmesi gereken uluslararası ekonomik bütünleşme saldırısı, özellikle az gelişmiş ülkelerde kimlik siyaseti için büyük fırsatlar yarattı.

  Ulus-devletler, kendilerinden üstün otorite kabul etmeyen teritoryal egemenlik sahibi yapılardır. Gümrükler ve kamu ekonomisi uygulamaları gibi ekonomik nedenlerin yanı sıra pek çok siyasal, sosyal ve kültürel nedenlerle mali sermayenin küresel ölçekte sınırsız dolaşım talebini sınırlamaktadırlar. Ulus-devletler açısından, küresel mali sermayenin dayattığı biçimde dünya piyasalarıyla bütünleşmek demek, kendi ulusal sınırları içinde  daha az otorite kullanabilmek, gerek ulusal gerekse uluslararası konularda egemenlik haklarını paylaşmak ve dolayısıyla daha az devlet olmak anlamına gelmektedir. Dünya piyasalarıyla sınırsızca bütünleşmiş bir ekonomide, ulusal ekonominin işleyişi hükümetlerin insiyatifinden çıkarak küresel piyasaların toplam işleyişinin bir parçası haline gelmektedir. Bu durum bir süre sonra ülkenin iç işlerinin de (insan hakları, seçimler, etnik sorunlar vs.) uluslararası birer sorun haline gelmesine yol açmaktadır.

 Egemenlik kullanımı açısından erozyona uğramakta olan devletler, ulusal birliği örgütlemekte zaaf göstermeye başladılar. Ulus, ulus-devlet tarafından örgütlenen bir yapıdır. Tarihsel olarak önce milliyetçilik akımı ve ulus-devlet ortaya çıkmış, ardından ulus feodal kolektiviteler halinde yaşayan kitlelerin siyasal düzlemde örgütlenmesi ve birleştirilmesiyle kurulmuştur. Bu ilişkinin sonucu olarak, küreselleşmenin ulus-devletle girdiği ve ulus-devletin egemenlik erozyonuna yol açan çelişmenin, uluslaşma öncesindeki feodal kimlikleri yeniden siyasete çağırdığı ve ulusal kimliğin çözülmesine yol açtığı görülmektedir. Ulusal kimliğin çözülmesi ile ulus-öncesi geleneksel kimlikler yeniden ortaya çıkmaktadır. Çünkü süreç tarihsel olarak uluslaşmanın tamamlanması ve aşılması biçiminde değil, aksine uluslaşmanın kesintiye uğraması biçiminde yaşanmaktadır. Etnik milliyetçiliğin ve köktendinciliğin kimlik merkezli siyasetleri bu zeminde meşruiyet kazanmaktadır.

  1990’ların ortalarından itibaren Avrupa’nın görece daha az gelişmiş bölgelerinde, sosyalist rejimlerin çözüldüğü bölgeler ile az gelişmiş ülkelerde bazı sol partiler kimlik siyaseti ile iki kanaldan bağlantı kurdular. Bir taraftan Batı solunun uzun süredir işçi sınıfı dışında devrimci bir özne aramasının sonucu olan yeni toplumsal hareketler ve kimliklere verilen önem, bu ülkelerde solun kendisini kimlik temelinde yeniden tanımlamasını kolaylaştıran bir kuramsal temel yarattı. Öte yandan sağcı kimlik siyasetleri, anlamlı toplumsal güce ulaşabildikleri ülkelerde sol akımlar üzerinde şu ya da bu ölçüde ideolojik hegemonya yaratabildiler. Ulus-devletin küresel mali baskı karşısındaki direniş yeteneğinin daha sınırlı olması, bölgeler arası ekonomik dengeler ve uluslaşmanın kazanımları açısından daha dezavantajlı olmaları az gelişmiş ülkelerde bazı sol akımların kimlik siyasetine savrulmalarını kolaylaştırdı.

  Kimlik siyaseti yapan parti ve akımlar, meşruiyet ve toplumsal güç kazanmalarını sağlayan uluslararası koşulların farkındadır. Bu nedenle ulus-devlete ve uluslaşma sürecine bütün güçleriyle saldırmaktadırlar. Ulus-devlet karşıtı argümanların temelinde, ulus-devletin ve bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak ulusun, tarihsel bir zorlamanın ürünü ve özgürlük karşıtı olduğu iddiası yatar. Bu iddiaların tartışılması, bizi zorunlu olarak kimlik kavramının boyutlarını ele almaya götürmektedir.

Yrd.Doç. Atakan HATİPOĞLU
Adnan Menderes Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
BİLİM ve ÜTOPYA / Mayıs 2015 / Sayı:251


Yazının ilk bölümü için bkz. (Kimlik Siyaseti)

Yazının ikinci bölümü için bkz. (Kimlik Siyasetinin Temelleri: Yeni Toplumsal Hareketler)
Yazının Üçüncü bölümü için bkz. (Neoliberalizm ve Muhalefetin Yeniden Tasarlanması)

Hiç yorum yok :