Kimlik siyasetinin
yükselişi, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce de zaten var olan etnik milliyetçi ve
köktendinci akımların ekmeğine yağ sürdü. Bunlar kimlik siyasetinin öncü
temsilcileriydiler. Ancak neoliberalizm öncesinde toplumsal destek açısından
sınırlı kuvvetler toplayabiliyorlardı. Üstelik yeni toplumsal hareketler ile
solun ilişkisine benzer bir durum, bu akımlar için de geçerliydi. Etnik ve dini
kimliklerin belirleyiciliğine yaptıkları vurguya rağmen, bu akımlar siyasetin
merkezini sağ ve solun belirlediği dönemlerde kendilerini kapsayıcı ekonomik,
toplumsal ve siyasal programlar üzerinden ifade etmek zorunda kalıyorlardı.
1991’de SSCB’nin dağılması Marksizmin
siyaset sahnesindeki iddiasına darbe vurdu. Batı solunun reformcu işçi sınıfına
karşı yeni bir devrimci özne arayışlarıyla parlatılan, neoliberalizm tarafından
sahiplenilerek sosyalizme seçenek olarak sunulan kimlik siyaseti, Sovyet
sonrası dönemde bütün akımlar üzerinde etkili olmaya başladı. Şüphesiz ilk ve
en büyük etkisi etnik ve mezhepçi akımlar üzerinde oldu. Bu akımlar
sınıf-temelli siyasetin ideolojik etkisinden kurtularak, ekonomik ve sosyal
politikaları kimlik vurgularının arkasına atma imkanı buldular. Ayrıca
geleneksel sağ ve sol arasındaki sınırların bir süredir belirsizleşmesinin
meyvesini en çok bu akımlar topladılar. 1980’lerde sosyal demokrasinin
neoliberal serbest piyasa tezlerini benimsemesi, sağcılaşmasına ve kitleler
üzerindeki etkisini kaybetmesine yol açmaktaydı. 1990’ların başında sosyalizmin
de iddiasını kaybetmesi, etnik ve mezhepçi akımların hem toplumsal etkilerini
yaymalarına hem de birbirine benzeyen partiler yelpazesi içinde “farklı”
algılanıp düzenin alternatifi olarak görülmelerine neden oldu.
SSCB’nin dağılmasının ardından ABD “yeni
dünya düzeni” konseptini ilan etti. Bundan böyle küreselleşme sadece mali ve
siyasi/diplomatik araçlarla değil, aynı zamanda askeri araçlarla
sürdürülecekti. Küreselleşme adı erilen ancak gerçekte küreselleştirme denilmesi
gereken uluslararası ekonomik bütünleşme saldırısı, özellikle az gelişmiş
ülkelerde kimlik siyaseti için büyük fırsatlar yarattı.
Ulus-devletler, kendilerinden üstün otorite
kabul etmeyen teritoryal egemenlik sahibi yapılardır. Gümrükler ve kamu
ekonomisi uygulamaları gibi ekonomik nedenlerin yanı sıra pek çok siyasal,
sosyal ve kültürel nedenlerle mali sermayenin küresel ölçekte sınırsız dolaşım
talebini sınırlamaktadırlar. Ulus-devletler açısından, küresel mali sermayenin
dayattığı biçimde dünya piyasalarıyla bütünleşmek demek, kendi ulusal sınırları
içinde daha az otorite kullanabilmek,
gerek ulusal gerekse uluslararası konularda egemenlik haklarını paylaşmak ve
dolayısıyla daha az devlet olmak anlamına gelmektedir. Dünya piyasalarıyla
sınırsızca bütünleşmiş bir ekonomide, ulusal ekonominin işleyişi hükümetlerin
insiyatifinden çıkarak küresel piyasaların toplam işleyişinin bir parçası
haline gelmektedir. Bu durum bir süre sonra ülkenin iç işlerinin de (insan
hakları, seçimler, etnik sorunlar vs.) uluslararası birer sorun haline
gelmesine yol açmaktadır.
Egemenlik kullanımı açısından erozyona
uğramakta olan devletler, ulusal birliği örgütlemekte zaaf göstermeye
başladılar. Ulus, ulus-devlet tarafından örgütlenen bir yapıdır. Tarihsel
olarak önce milliyetçilik akımı ve ulus-devlet ortaya çıkmış, ardından ulus
feodal kolektiviteler halinde yaşayan kitlelerin siyasal düzlemde örgütlenmesi
ve birleştirilmesiyle kurulmuştur. Bu ilişkinin sonucu olarak, küreselleşmenin
ulus-devletle girdiği ve ulus-devletin egemenlik erozyonuna yol açan çelişmenin,
uluslaşma öncesindeki feodal kimlikleri yeniden siyasete çağırdığı ve ulusal
kimliğin çözülmesine yol açtığı görülmektedir. Ulusal kimliğin çözülmesi ile
ulus-öncesi geleneksel kimlikler yeniden ortaya çıkmaktadır. Çünkü süreç
tarihsel olarak uluslaşmanın tamamlanması ve aşılması biçiminde değil, aksine
uluslaşmanın kesintiye uğraması biçiminde yaşanmaktadır. Etnik milliyetçiliğin
ve köktendinciliğin kimlik merkezli siyasetleri bu zeminde meşruiyet
kazanmaktadır.
1990’ların ortalarından itibaren Avrupa’nın
görece daha az gelişmiş bölgelerinde, sosyalist rejimlerin çözüldüğü bölgeler
ile az gelişmiş ülkelerde bazı sol partiler kimlik siyaseti ile iki kanaldan
bağlantı kurdular. Bir taraftan Batı solunun uzun süredir işçi sınıfı dışında
devrimci bir özne aramasının sonucu olan yeni toplumsal hareketler ve
kimliklere verilen önem, bu ülkelerde solun kendisini kimlik temelinde yeniden
tanımlamasını kolaylaştıran bir kuramsal temel yarattı. Öte yandan sağcı kimlik
siyasetleri, anlamlı toplumsal güce ulaşabildikleri ülkelerde sol akımlar
üzerinde şu ya da bu ölçüde ideolojik hegemonya yaratabildiler. Ulus-devletin
küresel mali baskı karşısındaki direniş yeteneğinin daha sınırlı olması,
bölgeler arası ekonomik dengeler ve uluslaşmanın kazanımları açısından daha
dezavantajlı olmaları az gelişmiş ülkelerde bazı sol akımların kimlik siyasetine
savrulmalarını kolaylaştırdı.
Kimlik siyaseti yapan parti ve akımlar,
meşruiyet ve toplumsal güç kazanmalarını sağlayan uluslararası koşulların
farkındadır. Bu nedenle ulus-devlete ve uluslaşma sürecine bütün güçleriyle
saldırmaktadırlar. Ulus-devlet karşıtı argümanların temelinde, ulus-devletin ve
bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak ulusun, tarihsel bir zorlamanın ürünü ve
özgürlük karşıtı olduğu iddiası yatar. Bu iddiaların tartışılması, bizi zorunlu
olarak kimlik kavramının boyutlarını ele almaya götürmektedir.
Yrd.Doç. Atakan HATİPOĞLU
Adnan Menderes Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
BİLİM ve ÜTOPYA / Mayıs 2015 / Sayı:251
Yazının ilk bölümü için bkz. (Kimlik Siyaseti)
Yazının ikinci bölümü için bkz. (Kimlik Siyasetinin Temelleri: Yeni
Toplumsal Hareketler)
Yazının Üçüncü bölümü için bkz. (Neoliberalizm ve Muhalefetin Yeniden
Tasarlanması)
Hiç yorum yok :
Yeni yorumlara izin verilmiyor.