ULUSLAŞMA VE KOLEKTİF KİMLİKLER
Feodal toplumda grupların
kamusal varlıkları etnik kimlikler üzerinden kurulmuştur. Bir başka deyişle
bireyin kamusal alana katılmalarını sağlayacak en kapsayıcı kimlik alanı
etnik/mezhepsel kimlikleridir. Feodal toplum düzeninde yöneten- yönetilen
ilişkileri tabiiyet esasına dayalıdır. Yöneticilerin meşruiyeti ilahi kaynağa
dayandırılır. Bu nedenle itaat ilişkisi yukarıdan aşağıya doğrudur.
Ulus-devletlerin kurulması ve burjuva demokratik devrimlerinin açtığı yolda
yöneten- yönetilen ilişkileri aşağıdan yukarıya doğru inşa edilmeye başlandı.
Böylece tebaadan yurttaşa dönüşen devlet- toplum ilişkisi kuruldu. Yurttaşlar
toplumuna geçiş, kamusal alanda devlet karşısında kolektiviteler biçiminde
sıralanmış bir toplum düzeninden, ulus olarak örgütlenmiş bir toplum düzenine
geçişe neden oldu. Dolayısıyla uluslaşmanın sağladığı ulusal kimlikler
yönetici-yönetilen ilişkileri bakımından daha demokratik bir kamusal varlık
sağladılar. Ancak toplumsal değişme hızı ve uluslaşma sürecinde etnik grupların
doğal kaynaşmasına yönelik iradi siyasi müdahaleler, çeşitli kimlik
sorunlarının yaşanmasına neden olabilmektedir. Hızlı sanayileşme, köyden kente
yönelik büyük göç dalgaları, hızlı toplumsal değişmeler gibi olaylar karşısında
kültürel değerler eskimekte ve yerlerine yeni ortak değerlerin konması hemen mümkün
olmamaktadır. Böyle durumlarda hem kolektif kimlikler düzeyinde hem de toplumun
genelinde kimlik bunalımları ve yeni kimlik arayışları görülür. Öte yandan
uluslaşma süreci, bazı kolektif kimliklerin yok olma korkusuna dayalı olarak
kan bağına dayalı feodal kimliklerini koruma eğilimlerine neden olabilmektedir.
Özellikle iktisadi ve sosyo-kültürel bütünleşmenin sonucu olan doğal
asimilasyon ve melezleşme yerine iradi zorlamalarla uluslaştırma siyasetlerinin
izlenmesi bu tür korkuları arttırır. Kimlik kaybetme korkusu, kendi iç
sınırlarına çekilme ve diğer grupları ötekileştirme eğilimini pekiştirir.
Bütün uluslar, çok sayıda etnik grubun yani
kolektif kimliklerin karışıp kaynaşması
ile oluşurlar. Hangi kolektivitelerin hangi ulusun bir parçası olacağı, yani
ulus inşası sorunu tümüyle iktisadi, toplumsal, kültürel ve siyasal koşulların
bir bileşkesi olarak cevaplanır. Ulusal kimlik sorunu, ulusu oluşturan
unsurların birbirleriyle kurdukları tarihsel tecrübeleri ile ilişkili bir
sorundur. Uluslar, ortak ulusal simge ve değerler etrafında bütünleşmiş alt
kolektif kimliklere sahip olduklarından, her bir ulusal kimlik kendi içinde çok
sayıda psikososyal kimliği içerir. Ulusu oluşturan gruplar, ortak simge ve
değerler yoluyla ulusal kimlikle özdeşim kurarlar. Bu özdeşleşme ne ölçüde
uyumlu ise ulusal toplum o ölçüde sağlıklı, ne ölçüde uyumsuz ise toplum o
ölçüde zayıf bütünleşmiş, çatışmalı ve sorunlu olacaktır.
Uluslaşma sürecinde, etnik ve/veya kültürel
gruplar birbirleriyle ortak simgelerin oluşturulması ve ulusun tarihsel
geçmişinin hangi referanslar üzerinden kurulacağı gibi konularda, rekabete
girebilir. Grupların güçlerinin, yani ulusun kuruluşuna önderlik etme
iddialarının, birbirine eşdeğer toplumsal güçlere tekabül etmesi durumunda
toplum kültürel bir şizofreniye düşebilir. Çünkü toplumun anlamlı bir kesimi
başka tarihsel referanslar ve değerler setine bağlı iken, ona denk güce sahip
bir başka grup başka değerler setine bağlılık gösterecektir. Değer ortaklaşması
yaşanamazsa, uluslaşma süreci kesintiye uğrayacaktır. Çünkü ulusal birliğin
şartı ortak hukuk, ortak ekonomi, ortak siyasi kültür ve ortak evrensel
eğitimdir. Toplam olarak bakıldığında, kimlik sorununun modern toplumun
kuruluşu ile ilgili bir olgu olduğu söylenebilir. Gerçekten de, geleneksel
toplumlarda kan bağı, kabile/aşiret mensubiyeti, töreler, gelenek ve görenekler
kişilerin ve grupların kimliğini belirliyordu ve anlamlı ölçüde bir kimlik
sorunu yoktu. Bu toplumlarda değişmenin hızının yavaşlığı bir durağan dünya
algısına izin veriyordu. Yüzyıllardır bozulmadan ya da küçük değişikliklere
uğramış geleneklerin varlığı kimlik tutunumu sağlıyordu. Toplumsal değişmenin
olağanüstü hızlandığı modern çağlarda kimlik özdeşimi sorunsallaşmaya başladı.
Çünkü kimlik, özünde bir kültür sorunudur.
Güvenç, çağımızın kimlik sorununun, insanları ayırdığımızda değil,
ulusal kimlikte birleştirmeye çalıştığımızda ortaya çıktığını belirtmektedir.
Ancak bu tespit, gerçeğin sadece bir kısmıdır. Çünkü insanlığın toplumsal tarihi
derelerin birleşerek daha büyük sosyo-politik birlikler oluşturma çabalarının
tarihidir. Bütün insanların “kardeş” olacağı, yani aralarındaki dil/din/kültür
farklarının ortadan kalkacağı bir dünya vatandaşlığı hayali hem laik
imparatorlukların hem dinlerin hem de büyük fikir akımlarının başlıca hedefleri
arasındadır. Bir başka deyişle Tevfik Fikret’in “vatanım ruy-i zemin ulusum nev-i
beşer” dizelerinde ifade edilen kozmopolitizm, insanoğlunun kadim
rüyalarının başında gelir. O halde feodal
kimliklerin uluslaşma yoluyla aşılmasından çok, bu sırada kolektif kimliklerin
doğal olmayan yollardan ortadan kalkması karşısında duyulan tepkiden söz etmek
daha gerçekçi olacaktır. Kimlik sorunu insanların birleşmesinden doğan bir
sorun değil, birleşme süreçlerinde izlenen yöntemlerden doğan bir sorundur.
Modern toplumda yaşanan kimlik sorunları hızlı değişmeye bağlı kültürel
sorunlar ya da uluslaşmanın etnik gruplara yönelik zorlayıcı asimilasyonuna
duyulan tepkiler ile ilintilidir. İkinci durumda kimlik sorunu esas olarak bir
demokratikleşme sorunudur. Çeşitli kolektif kimliklerin kendi özgürlüklerini
ifade edebilecekleri alanların var olması gerekir. Böylece sözkonusu kimlikler
ortadan kalkma kaygısı taşımaktan uzaklaşmalıdırlar.
Ulusun nesnel gerçekliğe
sahip bir olgu olması, ulusal kimliğe sahip olmanın çoğu kez bir “tercih”
meselesi olmadığı anlamına gelir. Aydınlanma çağı düşünürleri, bireylerin
devletle olan bağlarının niteliğini toplum sözleşmesi
teorisiyle açıklamaya çalışmışlardı. Ancak bunun daha çok toplum ilişkilerinde devletin yetkilerini
sınırlandırmaya dönük liberal bir kurgu olduğu bilinir. Nitekim David Hume daha 18.yüzyılda,
her bireyin zaten bir devletin uyruğu olarak doğduğunu ve başka bir devletin
uyrukluğuna geçmenin bir dizi sosyo-ekonomik ve kültürel engelden dolayı fiilen
pek mümkün olmadığını söylemişti.
Ulusal devletlerin,
yurttaşları kimlik seçme özgürlüklerini tanımaksızın, çerçevesini kendi çizdiği
ulusal kimliği sorgusuz sualsiz benimsemesini istediği belirtilmektedir. Güvenç’in
ulusal devlet ideolojisine bağladığı bu “dayatma”, yurttaşların etnik ya da
tarihi köken farklarını dikkate almadan tek bir kimlik belirleme olayıdır. Oysa
tarihi-kültürel kimlikle, resmi-ulusal kimlik her zaman özdeş
olmayabilmektedir. Toplumda bireyler, gruplar veya zümreler farklı kimlik
seçimlerine sahip olduklarından kendi kimlik seçme özgürlüklerini savunmak
zorunda kalmaktadırlar. Bir devletin, yurttaşları arasındaki farklı kolektif kimliklere
karşı saldırgan bir tutum takınmasının demokrasi sorunu olduğunu belirtmiştik.
Ancak madalyonun diğer tarafını görmezsek, ulusal kimlikler etrafındaki
birleşmenin nesnelliğini ve kazanımlarını görmezden gelme riski ile karşı
karşıya kalırız. Ulusal kimlikler
belirli tarihsel gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıktılar. Feodal
parçalanmanın ortadan kalkması ve kapitalizmin otarşik yapıları birbiriyle
bütünleştirerek ulusal piyasayı ortaya çıkarması nesnel bir süreçti. Ulusal
piyasanın birleştirdiği feodal kolektiviteler, yeni koşullara uygun bir siyasal
örgütlenmeye dönüşmeye başladılar. Bu yeni siyasal örgütlenmenin adı ulustur.
Ulus, yaşanan büyük dönüşümün mantıksal bir sonucu olarak, mensubu olan
bireylerin devlet karşısında tebaa değil yurttaş haline gelmesiyle karakterize
edilir. Dolayısıyla uluslaşma aynı zamanda kanunlar önünde eşitlik, feodal
geleneklerin bağlayıcılığından özgürleşme ve bireyselleşme ile birlikte aynı
tarihsel paketin parçasıdır. Bireysel düzlemde geleneklerin bağlayıcılığından
kurtulan insan, toplumsal düzeyde bir ulusun kanunlar önünde eşit haklar
kazanmış yurttaşı olmaktadır. Eğer meselenin bu özgürleştirici kazanım boyutu
görmezden gelinirse kimlik sorununun bir demokratik uluslaşma sorunu olduğu
unutulur ve fatura bizatihi uluslaşmanın kendisine kesilir. Bu ise feodal
kimliklerin övgüsüne götürür. Oysa ulus kimliğinde birleşme, toplumsal
statüleri ve ekonomik refahı daha eşit dağıtmak anlamına gelir. Feodal
kimlikler üzerinden örgütlenmiş bir toplumda etnik grupların hakim grup
karşısında “ulus-i sadıka” vs. olarak statü kazanması ya da “hak din ve
mezhepler” ile diğerleri arasında dini mertebelenme bulunur. Ulus olarak
örgütlenmiş toplumlarda ise her yurttaş, ülkenin bir şayii hissesine sahiptir.
Bu nedenle ekonomik ve siyasi haklardan yararlanmayı talep etmesi meşru
görülür.
SSCB’nin dağılmasından sonra Yugoslavya’da iç savaş çıktı. Sırplar,
Makedonyalılar, Boşnaklar ve Hırvatlar İkinci Dünya Savaşı’ndan 1990’lara kadar
Yugoslav kimliği altında yaşamışlardı. Tito döneminde Yugoslavya’da kolektif
(etnik ve dini) kimlikler inkar edilmiyor, aksine korunuyordu. Buna rağmen çok
kanlı bir iç savaşın çıkması önlenemedi. Çünkü mesele kimliklerin inkarı ve
asimilasyonu değil, bölgeler arasındaki
muazzam gelişmişlik farklılığıydı. Slovenya ile Makedonya arasındaki
kişi başına düşen GSMH farkı bire yedi düzeyindeydi. Bir başka deyişle ulusal
piyasanın kolektif kimlikleri bütünleştirme yeteneği çok zayıftı. İktisadi bütünleşme
olmayınca kültürel bütünleşme için gerekçe kalmamaktadır. Kültürel bütünleşme
her zaman mümkündür ve toplumlar tarafından istenen bir olgudur. Ancak
kültürleri birbirleri ile kaynaştıracak harç rolünü başta karşılıklı ticaret
olmak üzere iktisadi bütünleşme oynar.
Uluslaşmanın kendi
başına kolektif kimlikleri ortadan kaldırarak bir kimlik sorunu yarattığı anlayışı,
gerçekte iki tip ulus anlayışı ve dolayısıyla uluslaşma yolu olduğu gerçeğini
görmezden gelmektedir. Fransız
devriminin ürünü olan ulus anlayışı, sözleşmeye dayalıdır. Buna göre ulus, kanunlar önünde eşit
yurttaşların iradi katılımıyla serbest bir biçimde oluşur. Bu modelde; ulusun
üyesi olmak için, ortak ruh halinin bir parçası olmayı istemek ve kendisini
gönüllü olarak ulusun üyesi saymak yeterlidir. Devrimci ulus anlayışı olarak da
adlandırılabilecek olan bu modelde, ulus bir yurttaşlar topluluğu olarak
kavranır. Dolayısıyla tarihsel veya kültürel açıdan homojen etnik topluluklarla
özdeşleştirilmemektedir. İkinci model ise
Alman romantizminden kaynaklanan ve ulusu bir kültür birliği olarak
tasavvur eden anlayıştır. Herder’in volksgeist kavramına dayanır.
Sözleşmeye dayalı
olarak oluşmuş bir ulus, kendi içinde çok sayıda kolektif kimlik grubunu
barındırır. Ortak piyasanın yarattığı iktisadi
bütünleşme sürecinde bu gruplar zamana yayılmış bir kültürel ve sosyal
kaynaşma yaşarlar. Bu süreç, tarih boyunca insan toplulukları arasındaki
kültürleşme olgusunun devamıdır ve kaynaşan gruplar açısından bir “kimliksizleşme”
anlamına gelmez. Örneğin bir Kürt yiyeceği olan lahmacunun kültürleşme sonucu
Türk ulusal yiyeceğine dönüşmesi, diğer etnik kimlikler açısından bir
kimliksizleşme anlamına gelmez. Kültürleşen gruplar birbirlerine karşılıklı
olarak kendi kültürel unsurlarını verir ve karşı taraftan alırlar. Böylece
kelimeler, giyim-kuşam, gelenekler, mimari, yiyecekler, teknik ürünler ve
değerler düzleminde bir kültürel alışveriş ve benzeşme (asimilasyon) yaşanır.
Yrd.Doç. Atakan HATİPOĞLU
Adnan Menderes Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
BİLİM ve ÜTOPYA / Mayıs 2015 / Sayı:251
Yazının ilk bölümü için bkz. (Kimlik Siyaseti)
Yazının ikinci bölümü için bkz. (Kimlik Siyasetinin Temelleri: Yeni
Toplumsal Hareketler)
Yazının Üçüncü bölümü için bkz. (Neoliberalizm ve Muhalefetin Yeniden
Tasarlanması)
Yazının Dördüncü bölümü için bkz. (Küreselleşme ve Azgelişmiş Ülkelerde
Kimlik Siyaseti)
Yazının Beşinci bölümü için bkz. (Kimliğin Bireysel, Kolektif ve Ulusal Boyutları)