28 Eylül 2015 Pazartesi

Sola Yuttulmaya Çalışılan Zoka 6: Uluslaşma ve Kolektif Kimlikler

Hüseyin ZERAY
"Sarı Ağaçlı"
Tual Üzerine Yağlıboya

ULUSLAŞMA VE KOLEKTİF KİMLİKLER

   Feodal toplumda grupların kamusal varlıkları etnik kimlikler üzerinden kurulmuştur. Bir başka deyişle bireyin kamusal alana katılmalarını sağlayacak en kapsayıcı kimlik alanı etnik/mezhepsel kimlikleridir. Feodal toplum düzeninde yöneten- yönetilen ilişkileri tabiiyet esasına dayalıdır. Yöneticilerin meşruiyeti ilahi kaynağa dayandırılır. Bu nedenle itaat ilişkisi yukarıdan aşağıya doğrudur. Ulus-devletlerin kurulması ve burjuva demokratik devrimlerinin açtığı yolda yöneten- yönetilen ilişkileri aşağıdan yukarıya doğru inşa edilmeye başlandı. Böylece tebaadan yurttaşa dönüşen devlet- toplum ilişkisi kuruldu. Yurttaşlar toplumuna geçiş, kamusal alanda devlet karşısında kolektiviteler biçiminde sıralanmış bir toplum düzeninden, ulus olarak örgütlenmiş bir toplum düzenine geçişe neden oldu. Dolayısıyla uluslaşmanın sağladığı ulusal kimlikler yönetici-yönetilen ilişkileri bakımından daha demokratik bir kamusal varlık sağladılar. Ancak toplumsal değişme hızı ve uluslaşma sürecinde etnik grupların doğal kaynaşmasına yönelik iradi siyasi müdahaleler, çeşitli kimlik sorunlarının yaşanmasına neden olabilmektedir. Hızlı sanayileşme, köyden kente yönelik büyük göç dalgaları, hızlı toplumsal değişmeler gibi olaylar karşısında kültürel değerler eskimekte ve yerlerine yeni ortak değerlerin konması hemen mümkün olmamaktadır. Böyle durumlarda hem kolektif kimlikler düzeyinde hem de toplumun genelinde kimlik bunalımları ve yeni kimlik arayışları görülür. Öte yandan uluslaşma süreci, bazı kolektif kimliklerin yok olma korkusuna dayalı olarak kan bağına dayalı feodal kimliklerini koruma eğilimlerine neden olabilmektedir. Özellikle iktisadi ve sosyo-kültürel bütünleşmenin sonucu olan doğal asimilasyon ve melezleşme yerine iradi zorlamalarla uluslaştırma siyasetlerinin izlenmesi bu tür korkuları arttırır. Kimlik kaybetme korkusu, kendi iç sınırlarına çekilme ve diğer grupları ötekileştirme eğilimini pekiştirir.

   Bütün uluslar, çok sayıda etnik grubun yani kolektif kimliklerin karışıp  kaynaşması ile oluşurlar. Hangi kolektivitelerin hangi ulusun bir parçası olacağı, yani ulus inşası sorunu tümüyle iktisadi, toplumsal, kültürel ve siyasal koşulların bir bileşkesi olarak cevaplanır. Ulusal kimlik sorunu, ulusu oluşturan unsurların birbirleriyle kurdukları tarihsel tecrübeleri ile ilişkili bir sorundur. Uluslar, ortak ulusal simge ve değerler etrafında bütünleşmiş alt kolektif kimliklere sahip olduklarından, her bir ulusal kimlik kendi içinde çok sayıda psikososyal kimliği içerir. Ulusu oluşturan gruplar, ortak simge ve değerler yoluyla ulusal kimlikle özdeşim kurarlar. Bu özdeşleşme ne ölçüde uyumlu ise ulusal toplum o ölçüde sağlıklı, ne ölçüde uyumsuz ise toplum o ölçüde zayıf bütünleşmiş, çatışmalı ve sorunlu olacaktır.

 Uluslaşma sürecinde, etnik ve/veya kültürel gruplar birbirleriyle ortak simgelerin oluşturulması ve ulusun tarihsel geçmişinin hangi referanslar üzerinden kurulacağı gibi konularda, rekabete girebilir. Grupların güçlerinin, yani ulusun kuruluşuna önderlik etme iddialarının, birbirine eşdeğer toplumsal güçlere tekabül etmesi durumunda toplum kültürel bir şizofreniye düşebilir. Çünkü toplumun anlamlı bir kesimi başka tarihsel referanslar ve değerler setine bağlı iken, ona denk güce sahip bir başka grup başka değerler setine bağlılık gösterecektir. Değer ortaklaşması yaşanamazsa, uluslaşma süreci kesintiye uğrayacaktır. Çünkü ulusal birliğin şartı ortak hukuk, ortak ekonomi, ortak siyasi kültür ve ortak evrensel eğitimdir. Toplam olarak bakıldığında, kimlik sorununun modern toplumun kuruluşu ile ilgili bir olgu olduğu söylenebilir. Gerçekten de, geleneksel toplumlarda kan bağı, kabile/aşiret mensubiyeti, töreler, gelenek ve görenekler kişilerin ve grupların kimliğini belirliyordu ve anlamlı ölçüde bir kimlik sorunu yoktu. Bu toplumlarda değişmenin hızının yavaşlığı bir durağan dünya algısına izin veriyordu. Yüzyıllardır bozulmadan ya da küçük değişikliklere uğramış geleneklerin varlığı kimlik tutunumu sağlıyordu. Toplumsal değişmenin olağanüstü hızlandığı modern çağlarda kimlik özdeşimi sorunsallaşmaya başladı. Çünkü kimlik, özünde bir kültür sorunudur.

  Güvenç, çağımızın kimlik  sorununun, insanları ayırdığımızda değil, ulusal kimlikte birleştirmeye çalıştığımızda ortaya çıktığını belirtmektedir. Ancak bu tespit, gerçeğin sadece bir kısmıdır. Çünkü insanlığın toplumsal tarihi derelerin birleşerek daha büyük sosyo-politik birlikler oluşturma çabalarının tarihidir. Bütün insanların “kardeş” olacağı, yani aralarındaki dil/din/kültür farklarının ortadan kalkacağı bir dünya vatandaşlığı hayali hem laik imparatorlukların hem dinlerin hem de büyük fikir akımlarının başlıca hedefleri arasındadır. Bir başka deyişle Tevfik Fikret’in “vatanım ruy-i zemin ulusum nev-i beşer” dizelerinde ifade edilen kozmopolitizm, insanoğlunun kadim rüyalarının başında gelir. O halde feodal kimliklerin uluslaşma yoluyla aşılmasından çok, bu sırada kolektif kimliklerin doğal olmayan yollardan ortadan kalkması karşısında duyulan tepkiden söz etmek daha gerçekçi olacaktır. Kimlik sorunu insanların birleşmesinden doğan bir sorun değil, birleşme süreçlerinde izlenen yöntemlerden doğan bir sorundur. Modern toplumda yaşanan kimlik sorunları hızlı değişmeye bağlı kültürel sorunlar ya da uluslaşmanın etnik gruplara yönelik zorlayıcı asimilasyonuna duyulan tepkiler ile ilintilidir. İkinci durumda kimlik sorunu esas olarak bir demokratikleşme sorunudur. Çeşitli kolektif kimliklerin kendi özgürlüklerini ifade edebilecekleri alanların var olması gerekir. Böylece sözkonusu kimlikler ortadan kalkma kaygısı taşımaktan uzaklaşmalıdırlar.

   Ulusun nesnel gerçekliğe sahip bir olgu olması, ulusal kimliğe sahip olmanın çoğu kez bir “tercih” meselesi olmadığı anlamına gelir. Aydınlanma çağı düşünürleri, bireylerin devletle olan bağlarının niteliğini toplum sözleşmesi teorisiyle açıklamaya çalışmışlardı. Ancak bunun daha çok toplum ilişkilerinde devletin yetkilerini sınırlandırmaya dönük liberal bir kurgu olduğu bilinir. Nitekim David Hume daha 18.yüzyılda, her bireyin zaten bir devletin uyruğu olarak doğduğunu ve başka bir devletin uyrukluğuna geçmenin bir dizi sosyo-ekonomik ve kültürel engelden dolayı fiilen pek mümkün olmadığını söylemişti.

   Ulusal devletlerin, yurttaşları kimlik seçme özgürlüklerini tanımaksızın, çerçevesini kendi çizdiği ulusal kimliği sorgusuz sualsiz benimsemesini istediği belirtilmektedir. Güvenç’in ulusal devlet ideolojisine bağladığı bu “dayatma”, yurttaşların etnik ya da tarihi köken farklarını dikkate almadan tek bir kimlik belirleme olayıdır. Oysa tarihi-kültürel kimlikle, resmi-ulusal kimlik her zaman özdeş olmayabilmektedir. Toplumda bireyler, gruplar veya zümreler farklı kimlik seçimlerine sahip olduklarından kendi kimlik seçme özgürlüklerini savunmak zorunda kalmaktadırlar. Bir devletin, yurttaşları arasındaki farklı kolektif kimliklere karşı saldırgan bir tutum takınmasının demokrasi sorunu olduğunu belirtmiştik. Ancak madalyonun diğer tarafını görmezsek, ulusal kimlikler etrafındaki birleşmenin nesnelliğini ve kazanımlarını görmezden gelme riski ile karşı karşıya kalırız. Ulusal kimlikler belirli tarihsel gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıktılar. Feodal parçalanmanın ortadan kalkması ve kapitalizmin otarşik yapıları birbiriyle bütünleştirerek ulusal piyasayı ortaya çıkarması nesnel bir süreçti. Ulusal piyasanın birleştirdiği feodal kolektiviteler, yeni koşullara uygun bir siyasal örgütlenmeye dönüşmeye başladılar. Bu yeni siyasal örgütlenmenin adı ulustur. Ulus, yaşanan büyük dönüşümün mantıksal bir sonucu olarak, mensubu olan bireylerin devlet karşısında tebaa değil yurttaş haline gelmesiyle karakterize edilir. Dolayısıyla uluslaşma aynı zamanda kanunlar önünde eşitlik, feodal geleneklerin bağlayıcılığından özgürleşme ve bireyselleşme ile birlikte aynı tarihsel paketin parçasıdır. Bireysel düzlemde geleneklerin bağlayıcılığından kurtulan insan, toplumsal düzeyde bir ulusun kanunlar önünde eşit haklar kazanmış yurttaşı olmaktadır. Eğer meselenin bu özgürleştirici kazanım boyutu görmezden gelinirse kimlik sorununun bir demokratik uluslaşma sorunu olduğu unutulur ve fatura bizatihi uluslaşmanın kendisine kesilir. Bu ise feodal kimliklerin övgüsüne götürür. Oysa ulus kimliğinde birleşme, toplumsal statüleri ve ekonomik refahı daha eşit dağıtmak anlamına gelir. Feodal kimlikler üzerinden örgütlenmiş bir toplumda etnik grupların hakim grup karşısında “ulus-i sadıka” vs. olarak statü kazanması ya da “hak din ve mezhepler” ile diğerleri arasında dini mertebelenme bulunur. Ulus olarak örgütlenmiş toplumlarda ise her yurttaş, ülkenin bir şayii hissesine sahiptir. Bu nedenle ekonomik ve siyasi haklardan yararlanmayı talep etmesi meşru görülür.

   SSCB’nin dağılmasından sonra Yugoslavya’da iç savaş çıktı. Sırplar, Makedonyalılar, Boşnaklar ve Hırvatlar İkinci Dünya Savaşı’ndan 1990’lara kadar Yugoslav kimliği altında yaşamışlardı. Tito döneminde Yugoslavya’da kolektif (etnik ve dini) kimlikler inkar edilmiyor, aksine korunuyordu. Buna rağmen çok kanlı bir iç savaşın çıkması önlenemedi. Çünkü mesele kimliklerin inkarı ve asimilasyonu değil, bölgeler arasındaki  muazzam gelişmişlik farklılığıydı. Slovenya ile Makedonya arasındaki kişi başına düşen GSMH farkı bire yedi düzeyindeydi. Bir başka deyişle ulusal piyasanın kolektif kimlikleri bütünleştirme yeteneği çok zayıftı. İktisadi bütünleşme olmayınca kültürel bütünleşme için gerekçe kalmamaktadır. Kültürel bütünleşme her zaman mümkündür ve toplumlar tarafından istenen bir olgudur. Ancak kültürleri birbirleri ile kaynaştıracak harç rolünü başta karşılıklı ticaret olmak üzere iktisadi bütünleşme oynar.

   Uluslaşmanın kendi başına kolektif kimlikleri ortadan kaldırarak bir kimlik sorunu yarattığı anlayışı, gerçekte iki tip ulus anlayışı ve dolayısıyla uluslaşma yolu olduğu gerçeğini görmezden gelmektedir. Fransız devriminin ürünü olan ulus anlayışı, sözleşmeye dayalıdır. Buna göre ulus, kanunlar önünde eşit yurttaşların iradi katılımıyla serbest bir biçimde oluşur. Bu modelde; ulusun üyesi olmak için, ortak ruh halinin bir parçası olmayı istemek ve kendisini gönüllü olarak ulusun üyesi saymak yeterlidir. Devrimci ulus anlayışı olarak da adlandırılabilecek olan bu modelde, ulus bir yurttaşlar topluluğu olarak kavranır. Dolayısıyla tarihsel veya kültürel açıdan homojen etnik topluluklarla özdeşleştirilmemektedir. İkinci model ise Alman romantizminden kaynaklanan ve ulusu bir kültür birliği olarak tasavvur eden anlayıştır. Herder’in volksgeist kavramına dayanır.

   Sözleşmeye dayalı olarak oluşmuş bir ulus, kendi içinde çok sayıda kolektif kimlik grubunu barındırır. Ortak piyasanın yarattığı iktisadi  bütünleşme sürecinde bu gruplar zamana yayılmış bir kültürel ve sosyal kaynaşma yaşarlar. Bu süreç, tarih boyunca insan toplulukları arasındaki kültürleşme olgusunun devamıdır ve kaynaşan gruplar açısından bir “kimliksizleşme” anlamına gelmez. Örneğin bir Kürt yiyeceği olan lahmacunun kültürleşme sonucu Türk ulusal yiyeceğine dönüşmesi, diğer etnik kimlikler açısından bir kimliksizleşme anlamına gelmez. Kültürleşen gruplar birbirlerine karşılıklı olarak kendi kültürel unsurlarını verir ve karşı taraftan alırlar. Böylece kelimeler, giyim-kuşam, gelenekler, mimari, yiyecekler, teknik ürünler ve değerler düzleminde bir kültürel alışveriş ve benzeşme (asimilasyon) yaşanır.

Yrd.Doç. Atakan HATİPOĞLU
Adnan Menderes Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi


BİLİM ve ÜTOPYA / Mayıs 2015 / Sayı:251


Yazının ilk bölümü için bkz. (Kimlik Siyaseti)

Yazının ikinci bölümü için bkz. (Kimlik Siyasetinin Temelleri: Yeni Toplumsal Hareketler)

Yazının Üçüncü bölümü için bkz. (Neoliberalizm ve Muhalefetin Yeniden Tasarlanması)

Yazının Dördüncü bölümü için bkz. (Küreselleşme ve Azgelişmiş Ülkelerde Kimlik Siyaseti)

Yazının Beşinci bölümü için bkz. (Kimliğin Bireysel, Kolektif ve Ulusal Boyutları)