Bir Propaganda Silahı
Olarak Basın
Dünya’da
ve Türkiye’de Sansür Baskı ve Yönlendirme
Yazarı: Onur Öymen
Remzi Kitabevi A.Ş.
1. Baskı / Nisan 2014
494 Sayfa
30.00 TL
Sayfa 13:
Kıbrıs'ta
Rumların 1963 yılındaki kanlı Noel baskınının üzerinden kısa bir süre geçmişti.
... İşte tam
o günlerde Avrupa'nın en büyük ülkelerinden birinin etkili gazetesinin
yöneticisi ve başyazarı Türk Büyükelçiliği'nden randevu aldı.
... Biraz
sıkılarak da olsa baklayı ağızlarından çıkardılar: "Gazetemizin
yayınlarının bu şekilde sürmesini istiyorsanız biraz maddi katkıda
bulunmalısınız."
(…)
Sayfa 15:
Kendi
çıkarlarının gereğini başka ülkelere kabul ettirmek için askeri gücü veya güç
kullanma tehdidini çok açık biçimde kullanıyorlardı.
Buna evvelce
gambot (gunboat) diplomasisi deniliyordu.
Amerikan
siyasi tarihinde “büyük sopa politikası” deyiminin de kullanıldığını görüyoruz.
(…)
Sayfa 26:
O devirdeki
gazeteler sömürge makamlarını rahatsız edecek haber ve yorumlar yayınlamaktan
özenle kaçınıyorlar.
İngilizcedeki
ünlü “Kral daima haklıdır” sözü herhalde o zamanlardan kalma.
(…)
Sayfa 29:
Amerika’nın
ilk başkanlarından Thomas Jefferson, basın özgürlüğüne çok önem veriyordu.
Şu sözler Thomas Jefferson’a aittir:
“Bana
basınsız bir hükümetle hükümetsiz basın arasında bir seçim yap deseniz, ben hiç
duraksamadan ikincisini seçerim.”
(…)
Sayfa 35:
372 yılında İmparator Valens, Hristiyanlıkla ilgili olmayan bütün eserlerin yakılmasını emretti.
İmparatorun
bu konudaki tavrından etkilenen bazı şehir ve kasaba yöneticileri de kendi kütüphanelerini
imha ettiler.
Demek ki,
biat kültürü, lidere körü körüne itaat etme adeti o zaman da varmış.
(…)
Sayfa 41:
1826 yılında
sansür kuralları daha da sertleştirildi.
Artık yayın
izni vermeye yetkili makam Çar’ın kendisi veya onun görevlendirdiği özel
büroydu.
Bu büro
zamanla Rus istihbarat servisine dönüştü.
(…)
Sayfa 44:
Kendisi de
bir din adamı olmasına rağmen Fransa
Başbakanı Kardinal Richelieu, sansür yetkisini kilisenin
elinden alıp kraliyet makamlarına veriyor.
“Bana bir
adamın yazdığı altı satırlık bir metni getirin, ben onu idama götürmenin yolunu
bulurum,” sözleri de işte bu Richelieu’ye ait.
(…)
Sayfa 50:
“1918’e kadar Fransızlar cumhuriyete inanıyorlardı.
1918’den sonra onları cumhuriyetten iğrendirmek, uzaklaştırmak, yerine
ilk dokunuşta dağılıverecek bir demokrasi hayaleti koymak oyununa girişildi.
Dışarıdan düşmanların idare ettikleri oyun ince ve şeytaniydi.
Fakat bu oyuna içeride paraları üzerine titreyenler, iktidar mevkiine
susayanlar, bütün hasetçiler, kıskançlar, kabiliyetsizler ve alçaklar
kapıldılar.
Fransa’nın yaşaması için cumhuriyet batsın diyenler oldu.
Bu suikastçıların kullandığı başlıca silah basın oldu.
Demokratik bir rejimde basın yalan söylerse rejim de ölüme mahkum olur.
Zira hakimiyete sahip olan millet eğer doğru haber alamazsa hakimiyetini
serbestçe kullanamaz.”
Pierre Lazareff
(...)
Sayfa 56:
1876 yılında
I. Meşrutiyet kabul edilmiştir.
(...)
Sayfa 56:
Edebiyat kitaplarının ön izne tabi olması tartışma yaratıyor. O
tartışmadan birkaç örnek:
"Sebuh
Efendi: Edebiyatın hiç
zararı görülmedi.
Reis: Edebiyat nedir bilir misiniz? Dünyada ne kadar
rezillik varsa onun adına edebiyat denilmiştir.
Sebuh Efendi:
Herhalde
edebiyatı menetmek caiz değildir.
Reis: Nasıl caiz değildir? Katli bile caizdir."
(...)
Sayfa 62:
Onun
döneminde imparatorluk bir polis devletine dönüşmüştü.
Abdülhamit dönemi, devletin din unsurunu
eskisinden çok daha fazla ön plana çıkardığı bir dönem olmuştu.
Okullarda din
dersleri artırılmıştı.
Din unsuru
kullanılarak başka İslam devletleriyle yakın ilişkiler kurulmasına çalışılıyor,
bu amaçla Cezayir’e, Mısır’a ve Hindistan’a temsilciler gönderiliyordu.
(…)
Sayfa 68:
31 Mart vakasının teşvikçilerinden olan Derviş Vahdeti, bu olaydan önceki yazılarında sık sık İngiltere’den övgüyle söz ediyor.
Ona göre Rus
Çarı ve İngiliz kralı İslam’ın dostlarıdır.
19. yüzyılın sonlarında ve 20. Yüzyılın başlarında, İstanbul’da devlet
hayatında genel olarak İngilizlerin aşırı derecede etkili olduğunu söylemek
abartmalı olmaz.
Bunun en yakın tanıklarından biri Mareşal Fevzi Çakmak’tır.
(...)
Sayfa 70:
Ahmet Emin Yalman da
seçimlerde İttihat ve Terakki'nin muhaliflerine İngiliz ve Rus ajanların yardım
ettiğini yazıyor. Celal Bayar'ın izlenimleri de farklı değil. İngiliz
istihbaratının temsilcisi olarak bilinen ve İstanbul Hükümeti üzerinde büyük
nüfuz kuran baştercüman Fitzmaurice için şöyle diyor: "Türkiye'nin istikrarını bozmak isteyen şahıs ve gruplarla devamlı
temas halindeydi. Meşrutiyetin ilanını sağlayan ve onun bekçiliğini yapmak
isteyen İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni yıkmakla meşguldü."
Demek ki, yabancıların siyaseti etkilemeye çalışma alışkanlıkları yeni
bir şey değil. Rauf Orbay da, 31 Mart ayaklanmasında Fitzmaurice'in Prens Sabahattin'i kullandığını yazıyor.
31 Mart'ta Alman parmağı olabilir mi? Bunun kanıtını
bulmak zor. Tam tersine Almanların bu ayaklanmanın bastırılması için Türk
askerini teşvik ettiğinin işaretleri var. Goltz Paşa, 24 Nisan 1909'da Die Woche dergisinde
yayınlanan yazısında Mahmut Şevket Paşa'nın ayaklanmacılara karşı sert bir saldırıya
girişmesini tavsiye ediyor.
(...)
Sayfa 80:
Mütareke basınında yazılar yazan bazı gazetecilerin kaleminin ölçüsü
yoktu. Örneğin Alemdar gazetesinde yazan Refi Cevat Ulunay, 21 Nisan 1919 tarihli yazısında şöyle
diyordu: "İngilizleri bekliyoruz.
Türkler kendi güçleriyle adam olamaz.”
14 Temmuz'da da şunları ifade ediyordu:
"Türkiye'nin yabancı bir devlete dayanması şarttır. Bu devlet
İngiltere'den başkası olamaz. İslam dininin anahtarını İngiltere'nin güvenilir
eline teslim etmekte İslam alemi için hiçbir tehlike yoktur."
(...)
Sayfa 81:
Refi Cevat, Kurtuluş Savaşı'nı yapanlar için de
farklı şeyler düşünmüyordu:
"Anadolu harekatını tutan zehirli mahlukların kafaları
ezilmelidir." (13 Nisan 1920)
(...)
Sayfa 82:
Bu koşullarda
Malta’ya sürgün edilen siyasetçiler, gazeteciler ve devlet görevlileri yaklaşık
iki buçuk yıl orada kalırlar.
İngiliz
makamları onların mahkum edilmelerini sağlayacak hiçbir delili bulamamıştır.
Refi Cevat’ın hınç ve öfke dolu sözlerle idamını
desteklediği Boğazlıyan Kaymakamı ve
Yozgat Mutasarrıf Vekili Kemal Bey sözde Ermeni katliamıyla suçlanmıştı.
2 Şubat 1919’da başlayan yargılamasında Nemrut Mustafa Paşa’nın özel gayretleriyle düzmece tanıklar dinlenmiş, sanığa savunma olanağı
tanınmamıştı.
Nemrut Mustafa kimdi?
Emekli bir
tümgeneral olan Mustafa Paşa, İstanbul’daki İngiliz Yüksek
Komiserinin 5 Ocak 1919 tarihinde
yazdığı bir raporda bildirdiğine göre, İngiliz Mandası altında Özerk Kürdistan
kurulması fikrini destekleyenlerdendi.
Böyle bir zat
nasıl olmuştu da Örfi İdare Mahkemesi başkanlığına getirilmişti?
Çünkü kendisi
hem İngilizlerin hem de Damat Ferit’in himayesindeydi.
Yargıladığı sanıklardan Hüsamettin Ertürk’e söylediği
şu sözler birçok şeyi açıklamaya yeter:
“Sizin dürüst bir asker olduğunuza inanıyorum ama işgal altında çalışan bir
Divanı Harp, vicdanından ziyade hisleriyle hareket eder. Bu bize yukarıdan
gelen emirdir.”
Mustafa Kemal
Paşa’yı ve
arkadaşlarını 11 Mayıs 1920 tarihinde idam kararına çarptıran da Nemrut Mustafa’nın başkanlığını
yaptığı mahkemedir.
Mahkemeyi
yönlendiren İngilizler bile artık bu kadar hukuksuzluğa göz yumamadılar, Nusret Bey’i Malta sürgünlerinin arasına katarak İstanbul’dan uzaklaştırmaya
çalıştılar.
(…)
Sayfa 84:
O sırada
Anadolu’daki milli kuvvetlerin elinde de İngiliz esirler vardır.
Savunma Bakanı Churchill, Malta sürgünleriyle bunların değiş
tokuş yapılabileceğini düşünüyordu.
7 Mart 1921’de Londra’da Ankara Hükümeti’nin
temsilcisi Bekir Sami Bey’le İngiliz yetkililer bir toplantı
yaptılar.
İngilizler bu
sefer Türklerin elindeki İngiliz esirlerine karşılık Malta’daki Türk
sürgünlerin bir kısmının serbest bırakılmasını önerdiler.
Bekir Sami Bey talimatını
aşarak kısmi bir anlaşma imzaladı.
Atatürk bu anlaşmayı kabul etmedi.
İngilizler
Malta sürgünlerinden bir bölümünü serbest bıraktılar ama Ankara ustaca bir
diplomasiyle elindeki İngiliz esirleri serbest bırakmıyordu.
Ankara
Hükümeti aynı zamanda bir propaganda savaşına girişti.
(…)
Sayfa 95:
Atatürk, Cumhuriyetin ilanından hemen sonra, 1 Kasım 1923 tarihinde bu konuda şöyle
diyor:
“Muhterem
efendiler, basın özgürlüğünden doğacak sakıncaların giderilmesi doğrudan
doğruya basın özgürlüğüyle sağlanmalıdır.”
Devrin önde
gelen siyasetçilerinden Şükrü Kaya’nın görüşleri de şöyleydi:
“Yazarlarımız
ülke işlerini eleştirmekte özgürdürler. Eleştirme özgürlüğü ve çerçevesini
saptayacak ve sınırlandıracak olan yazarın irfanı, vicdanı ve sağduyusudur.”
Ulus başyazarı Falih Rıfkı Atay da şöyle
diyor:
“Bizdeki
basın özgürlüğüne birçok Batılı meslektaşlarımızın imrendiğini biliyoruz.
Cumhuriyet yönetimi kendi kusurlarını düzeltmek görevini gazeteciye
bırakmıştır. Her yazar, kanunlara bakarak kalemini kolayca ayar edebilir.”
(…)
Sayfa 96:
O sırada
Türkiye Hatay sorunuyla uğraşıyor.
Fransa’nın
çıkardığı zorlukları, yaptığı engellemeleri ortadan kaldırmak için basın
yoluyla bazı mesajlar vermek gerekiyor.
Bu mesajları
devletin resmi görüşü olarak dile getirmek diplomasinin kurallarına uymayacak.
Onun için
bizzat Atatürk tarafından yazılan makaleler 22-26
Ocak 1937 tarihlerinde Vakit
gazetesinde Asım Us imzasıyla
yayınlanıyor.
(...)
Sayfa 101:
Geçmişe bakarak Atatürk dönemi hakkında belki bazen ölçüsüz eleştiriler yaptıktan sonra Sertel'in vardığı
noktaya gelen başka değerli yazarlar da var. Onlardan biri de Aziz Nesin. Nesin şöyle diyor:
"Geçmişte Atatürk'ü eleştirmiş olmaktan dolayı şimdi utanıyorum. Her geçen gün gözümde
küçüleceğine, tersine daha da büyüyor."
Geçmişe bakarak Atatürk'ün büyüklüğünü şimdi daha iyi anlayanlardan biri, Türk edebiyatının gurur
kaynağı olan Yaşar Kemal. O şöyle diyor:
"Cesaretim olsa, tıpkı İnce Memed'in destanını yazdığım gibi, Mustafa Kemal'in de destanını yazmak
isterdim."
(…)
Sayfa 120-121:
İngiliz Propaganda Örgütü Wellington House’un Sıra Dışı Faaliyetleri
Halkı savaşa
girme fikrine alıştırmak görevini üstlenen Ulusal
Vatanseverler Birliği adında bir sivil toplum örgütü.
(…)
Sayfa 126:
Oysa
Rusya’nın 1915 yılında Almanya’yla yürüttüğü savaş sırasında Yahudilere karşı
yaptığı katliam nedeniyle Amerika’daki itibarı çok düşüktü.
İngilizler
Amerika’daki Yahudi lobisinin baskısıyla Amerikan Hükümeti’nin Rusya’yla aynı
safta savaşa katılmayı kabul etmeyeceğinden kaygı duyuyorlardı.
Böyle bir
ihtimali önlemenin yolu, Türklerin Rusların yaptığından daha da vahim bir katliam
yaptığı iddiasını Amerikan kamuoyuna sunmaktı.
İşte İngiliz Propaganda teşkilatı Wellington House’un Türklerin Ermenilere karşı soykırım
yaptığı iddiasını en önemli propaganda malzemelerinden biri yapmasının
arkasındaki gerekçe buydu.
(…)
Sayfa 139:
Bir Musevi vatandaşımızın desteğiyle New York’ta bir büro açan Sertel, o yıllarda
Türk kurtuluş hareketinin Amerika’daki sesi gibi çalıştı.
(…)
Sayfa 141:
Ermenistan’ın ilk başbakanı Ovannes Kaçaznuni özetle şunları vurguladı:
. Gönüllü
silahlı birliklerin oluşturulması hataydı.
. Kayıtsız
şartsız Rusya’ya bağlanılması doğru değildi.
· Türklerden
yana olan güç dengesi hesaba katılmamıştı.
· Tehcir
kararı amacına uygundu.
· Türkiye
savunma içgüdüsüyle hareket etmişti.
· Taşnaklar
Ermenistan’da bir diktatörlük kurmuşlardı.
· Müslüman
nüfusu katletmişlerdi.
· Ermeni
terörü Batı kamuoyunu kazanmaya yönelikti.
· Taşnak
yönetimi dışında suçlu aranmamalıydı.
· Taşnak
Partisi’nin siyasi intihardan başka yapacağı bir şey yoktu.
(…)
Sayfa 144:
1984 yılında büyük bir Fransız şirketi
Dışişleri Bakanı Büyükelçi Vahit Halefoğlu’na Mersin’de yapılması tasarlanan
nükleer santral projesi için çok cazip bir teklif getirdi.
Vahit Halefoğlu bu önerileri
dinledikten sonra kendilerine şunları söyledi:
“Projeniz
gerçekten çok cazip. Ama siz bu odadan ayrıldıktan sonra ben bu projenizi şu
çöp sepetine atacağım. Çünkü siz Ermeni terör örgütlerine bu kadar müsamaha
gösterirken, ben Fransa’dan gelecek hiçbir projeyi hükümetime teklif bile
edemem.”
İki hafta
sonra Galatasaray Lisesi’nin eski
öğretmenlerinden Etienne Manaque, Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın özel
temsilcisi olarak geldi:
“Bu konuda
hata yaptığımızı kabul ediyoruz. Bundan sonra Fransa’da Ermeni teröristlere en
küçük bir müsamaha bile gösterilmeyecektir.”
(…)
Sayfa 145:
Dikkat çeken
nokta I. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’yle en yakın temas içinde olan ve
İstanbul’un işgalinden sonra Ermenilerin hamisi kesilen, pek çok Türk devlet
memurunun gerçek dışı katliam iddialarıyla idamına veya hapis cezasına
çarptırılmasına sebep olan İngiltere’nin parlamentosundan böyle bir karar
çıkarmamış olmasıdır.
İki İngiliz
bakan çeşitli vesilelerle yaptıkları açıklamalarda İngiltere’nin hiçbir zaman
soykırım iddiasını kabul etmeyeceğini açıkladılar.
(…)
Sayfa 172:
Goebbels’in bütün bu örgütleri kendi denetimine
alması kolay olmamış, bu iş çok uzun zaman almış, her zaman da başarılı
olamamıştır.
Özellikle
savaş yıllarında Silahlı Kuvvetler, propaganda alanındaki yetkilerini devretmek
istememiştir.
Birbirlerine
karşı güvensizlik duyan üst düzey yöneticiler, kendilerine rakip gördüklerinin
dosyasını tutmaktadır.
(…)
Sayfa 174:
SA (Sturmabteilung) tasfiyesi sırasında
öldürülenler arasında Başbakan
Yardımcısı von Papen’in destekçileri de vardır.
Von Papen’in kendi makam odasına bile girmesine
izin verilmez.
Artık onun
istifa etmekten başka seçeneği kalmamıştır.
SA’ların büyük ölçüde tasfiyesine yol açan
o geceye “uzun bıçaklılar gecesi”
denilmektedir.
Daha sonraki
yıllarda von Papen Ankara’ya büyükelçi olarak atanır.
Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg 2 Ağustos
1934 tarihinden ölür.
Cumhurbaşkanlığı
makamı başbakanlıkla birleştirilecek ve Hitler her iki makamın birden yetkilerini
üstlenecektir.
(…)
Sayfa 186-187:
Savaş
yıllarında Hitler’in izlediği propaganda stratejisi şu
esaslara dayanıyordu:
·Halkı sürekli olarak propagandalarla meşgul etmek, propaganda
kampanyasının soğumasına izin vermemek.
· Hiçbir zaman hata yaptığını kabul etmemek.
·Hasmınızın herhangi bir konuda, en önemsiz meselelerde bile haklı
olabileceğini söylememek.
·Yaptıklarınızdan başka seçenekler de olabileceğini hiçbir zaman kabul
etmemek.
· Size yönelik suçlamaları içeriği ne olursa olsun derhal reddetmek.
·Her defasında tek bir düşmanı karşınıza almak ve bütün kötülükleri ona
yüklemek.
·Halkın her zaman büyük bir yalana küçük bir yalandan daha kolay
inanabileceğini unutmamak.
·Yalanı sürekli olarak tekrarlarsanız, halkın sonunda bu yalanı doğru kabul
edeceğini hatırdan çıkarmamak.
George Orwell’in 1984
adlı kitabında da “büyük yalan”
teorisinin örneklerine rastlanır.
(…)
Sayfa 191-192:
26 Ekim 1938 tarihinde gizli servis Gestapo’nun başındaki Heinrich Himmler, Almanya’da yaşayan Polonyalı Yahudilerin sınır dışına sürülmeleri emrini
verdi.
Birkaç gün
içinde Almanya’da yaşayan 18.000 Polonyalı Yahudi ülkelerine sürüldü.
9-10 Kasım 1938 gecesi Almanya’nın her yerinde
Yahudilerin evlerine, dükkanlarına, sinagoglara yönelik büyük saldırılar
başladı.
Bu saldırıya,
yapılan tahribatı, yıkılan binaları ve kırılan camları simgelemek üzere “kristal gece” deniliyor.
(...)
Sayfa 198:
1936 yılında Adalet Bakanı Hans Frank, hükümetinin hakimlerden beklediği şeyi
şöyle açıklıyordu:
"Hakimin
görevi kurallara ve uluslararası normlara uymak değildir... Hakimin görevi,
Nazi Partisi'nin programına ve liderin konuşmalarına göre hukuk kaynaklarını
yorumlamaktır."
(...)
Sayfa 208:
Bir de kara
propaganda vardı.
Alman
radyolarında William Joyce adlı bir
spiker tarafından her gece yayınlanan ve İngiliz halkına savaşı kaybedeceğini
söyleyen program, aşırı mübalağalı söylemleri ve kullandığı dil açısından çok
tuhaf bulunduğu için İngiliz halkının ilgisini çekmişti.
O program her
gece 6 milyon İngiliz tarafından dinleniyordu.
Buna karşılık
İngilizler de Sefton Delmer adlı bir
gazetecinin sunduğu Almanca programlar yayınlıyordu.
Bu
programlarda Alman dinleyicilerin kafasını karıştırmak için bir yandan
İngiltere’yi eleştirici sözler söyleniyor ama arkasından da Hitler hakkında ağır suçlamalarda bulunuluyordu.
Almanya’da
geniş bir izleyici kitlesini çeken bu programlar Nazi yönetimini o kadar
rahatsız etti ki, bu yayınları izleyenlerin yakalanıp idam cezasına
çarptırılacağını ilan ettiler.
(…)
Sayfa 216:
Gene de Roosevelt ile Stalin’in yakınlaşması Churchill’i rahatsız ediyordu.
Bir keresinde Violet Bonham Carter’a şu şaşırtıcı sözleri söylemişti:
“Ne kadar küçük bir milletiz.
Tahran’da bir yanımda Rus ayısı oturuyor, öbür yanımda Amerikan bufalosu. Ben de ortalarında küçük ve
zavallı bir İngiliz eşeği gibi kalıyorum.”
I. ve II. Dünya savaşları, Amerika’nın parası, malzemesi ve insan gücü
olmadan İngiltere’nin büyük bir savaşı kazanamayacağını göstermişti.
Churchill’in bütün propaganda çalışmalarına ve
İngiltere’yi üstün gösterme çabalarına rağmen bütün dünya bu gerçeği görmüştü.
(…)
Sayfa 222-223:
Roosevelt’in propaganda ve enformasyon
konularındaki yakın danışmanlığını üstlenen Nelson Rockefeller, özellikle Nazilerin Güney
Amerika’daki propaganda faaliyetlerinden rahatsız.
Başkana bu
faaliyetlerin önlenmesini öneriyor.
Bu öneri
üzerine Amerika’nın görüşlerini yansıtan gazeteler ve dergiler, Güney Amerika
ve Karayip ülkelerinde geniş ölçüde dağıtılmaya başlanıyor.
Buna benzer
bir propaganda çalışmasına da Avrupa ülkelerinde de girişiliyor.
Bu amaçla
kurulan örgütün adı “Enformasyonun
Koordinasyonu Örgütü” (CIO).
Bu örgüt 1942
yılında Stratejik Hizmetler Ofisi (OSS)
ile birleştiriliyor.
Savaştan sonra, 1947 yılında kurulacak olan CIA’nın nüvesini bu kuruluşlar
oluşturuyor.
(…)
Sayfa 234-235:
İngilizler de
beklenmedik bir adım attılar; Fransa’daki Özgürlük Hareketi’ne “de Gaulle adına yayın yapan” Radio Patrie adında destek amacıyla yeni bir kanal
kurdular.
Oysa de Gaulle’ün bundan haberi ve buna rızası yoktu.
Bu kanalın
kurulması Fransız direnişçilerin bir bölümüyle temas içinde olan İngiliz
istihbarat servislerinin önerisiyle gerçekleştirilmişti.
Ancak bu
kanal uzun ömürlü olmadı.
1943 yılının
Haziran ayında Radio Patrie kapatıldı,
onun yerine İngilizlerle Fransızların birlikte yöneteceği yeni bir gizli radyo
kuruldu: “l’Honneur et
Patrie.”
İngilizlerle
Fransız Özgürlük Hareketi arasında buzlar çözülmeye başlamıştı ama geçmişte
yaşananlar herkes için derslerle doluydu.
Özellikle
savaş sırasında İngilizlerin yalnız düşmanlarıyla değil, bazen dostlarıyla da
mücadele edebildikleri görülmüştü.
Diplomaside hiçbir zaman başka bir ülkeye tam güvenerek yola çıkılmazdı.
İngiltere’nin eski başbakanlarından Lord Palmerston ünlü
sözünü boşuna söylememişti:
“İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez menfaatleri
vardır.”
(…)
Sayfa 237:
Savaş boyunca
düşmana hizmet eden teslimiyetçi yaklaşımla işgal kuvvetlerinin sözcülüğünü
yapan gazeteciler kendilerini kurtarma telaşına girdiler.
Bunların en
önde gelenlerinden biri Jean Hérold-Paquis’ydi.
Almanların
savaşı kaybedeceğini anlayınca hemen Fransa’yı terk etti.
Ama sonunda
yakalandı ve 13 Ekim 1945 tarihinde
kurşuna dizildi.
İşgal
kuvvetleriyle işbirliği yapan radyolarda çalışan gazeteciler, spikerler ve
yönetim kadroları yargılandılar.
Radyolarda
geniş bir tasfiye hareketine girişildi.
(...)
Sayfa 239:
Örneğin Deutsche Bank'ın müdürü Petzold, 27 Ekim 1933 tarihinde Berlin'deki,
Alman kulübünde sanayicilere ve işadamlarına hitap ederken şöyle diyordu:
"Türkiye'nin sanayileşmesinde bilim adamlarının etkisinin büyük olması
nedeniyle, Türk biliminin ve eğitim sisteminin Almanya'nın etki alanına
olabildiğince sokulması gereklidir."
(...)
Sayfa 240:
Savaştan
sonra bu örgütler yeni bir kimlik kazandılar ve büyük ölçüde Türk - Alman
dostluğuna ve işbirliğine hizmet eden kuruluşlar haline geldiler.
Örneğin Teutonia Derneği, 1954 yılında ismini Alman Kulübü olarak
değiştirdi.
Bonn’da da “Alman-Türk Toplumu” adında bir dostluk derneği kuruldu.
Almanya
başbakanlığı görevini üstlenecek olan Adenauer de, derneğin üyeleri arasındaydı.
Türkiye’deki propaganda faaliyetleri sadece basını ve radyoyu etkilemekten
ibaret değildi.
Her uygun ortamda broşürler dağıtılıyor ve “fısıltı gazetesi” denilen
yöntemle çeşitli rivayetlerin topluma yayılmasına çalışılıyordu.
İngilizlerin faaliyetlerini Special Operations Executive (SOE) denen kuruluş yönetiyor, Alman istihbaratını ise Deutsche Nachrichtenbüro (DNB) idare ediyordu.
(…)
Sayfa 242-243:
Türk Emniyet
yetkilileri özellikle Ankara, İstanbul, ve İzmir gibi şehirlerde Nazi
propagandası yapanların isimlerini de tespit etmiş bulunuyorlardı.
Ancak Türk
istihbarat ve emniyet teşkilatlarına gelen bu bilgilerin ne kadarı gerçekleri
yansıtıyordu, ne kadarı karşı tarafın propaganda görevlileri tarafından
üretilmişti, bunu bilmek mümkün değil.
Tan gazetesinde Selami
İzzet Sedes imzasıyla yayınlanan bir yazı “Beşinci kol gırtlağımıza sarılsın diye mi
bekliyoruz?” başlığını taşıyordu.
Türk
makamları Almanların Suriye, Lübnan gibi Ortadoğu’daki faaliyetlerini de
yakından izliyorlardı.
Bu arada Arap
Birliği’nin, Arap, Ermeni ve Kürt bağımsızlık hareketlerinin, Almanların
yardımıyla başarılabileceği yolundaki haberlerin bu ülkede propaganda malzemesi
yapıldığı da öğrenilmişti.
Özellikle
Suriye’de Gestapo, Alman Askeri İstihbarat Bürosu ve alman Konsoloslukları
aracılığıyla bu faaliyetler yürütülüyordu.
Bu arada Bedirhanzade Kamuran’ın liderliğindeki Hoybun örgütü ve diğer Kürt militanlar aracılığıyla Alman propagandası yürütülmeye
çalışılıyor, Şam’da alman sermayesiyle Kürtçe alfabe, tarih ve başka
okul kitapları bastırılıyor, Cezayir’de Haco Ağa aracılığıyla Kürtçe eğitim verecek bir okulun açılması için girişimlerde
bulunuluyordu.
Fransız
istihbarat örgütleri de Suriye ve Lübnan’da Almanya’nın bu propaganda
faaliyetlerini izliyor ve etkisiz kılmaya çalışıyorlardı.
(…)
Sayfa 243:
Türkiye'nin
19 Ekim 1939 tarihinde İngiltere ve Fransa'yla bir ittifak anlaşması
yapması Alman basınında tepkilere yol açtı. Türkiye Müttefiklerin saflarında
Almanya'ya karşı savaşan cephenin içinde mi yer alacaktı? Fritz Rössler 1940 yılında yayınladığı bir
yorumda, "Türkiye'nin doğal
gelişimi ne Balkanlar'a ne de kuzeydoğu'ya doğru olacaktır. Aksine sadece ve
sadece güneye, yani Irak'a ve Musul'a yönelecektir" diyordu.
Türkiye'yle
Almanya arasında 18 Haziran 1941 tarihinde imzalanan Dostluk ve
Saldırmazlık Antlaşması'ndan sadece dört gün sonra Almanya, Sovyetler'e
saldırdı.
(...)
Sayfa 247:
Alman
kaynakları, bir kısım gazete sahibine, gazete yöneticilerine ve basın
mensuplarına Alman Hükümeti'nin maddi destek sağladığını ileri sürüyor; Ribbentrop 9 Mart 1941 tarihinde von Papen'e gönderdiği
bir telgrafta "Türkiye'nin
tarafsızlığını sağlayabilmek için Türk basın ve radyo çalışanlarına verilmek
üzere birkaç milyon marklık dövizin rezerve edildiğini"
bildiriyordu.
... Sedat Simavi'nin genç gazetecilere öğüt verirken "Kaleminizi kırın ama sakın
satmayın" sözleri acaba bu tecrübelerin ışığında mı
söylenmişti?
(...)
Sayfa 251:
Savaş
yıllarında Ankara, propaganda
savaşının yanı sıra casusluk savaşının da merkezlerinden biri haline gelmişti.
1942 yılında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Sir Hughe Knatchbull-Hugessen’in hizmetkarı olarak görevlendirilen Arnavut
asıllı Elyesa Bazna, büyükelçinin odasında ele geçirdiği
bazı çok gizli belgeleri … 20.000 sterlin karşılığında sattı.
Almanlar tarafından Çiçero kod adı verilen Bazna’nın ulaştırdığı belgeler arasında, İngiltere’nin Türk havaalanlarından
Romanya’daki petrol tesislerini bombardıman etmek için yararlanmaya çalıştığı
yolunda bilgiler içeren belge ve fotoğraflar da yer almaktaydı.
Alman istihbarat servisleri Çiçero’ya yaptığı bütün hizmetlerin karşılığında 300.000 sterlin ödedi.
Ancak bu paraların Almanlar tarafından İngiliz ekonomisini çökertmek için
bastıkları sahte paralar olduğu anlaşıldı.
Çiçero savaştan sonra Federal Alman
Hükümeti’ne bir tazminat davası açtı.
Sonunda kendisine küçük bir ödemede bulunuldu.
Çiçero, 1970 yılında Münih’te yoksulluk içinde öldü.
(...)
Sayfa 254:
Ernest Hemingway: "I.
Dünya Savaşı o zamana kadar dünyada yaşanmış en büyük, en öldürücü
cinayetlerden biriydi. Bunun aksini söyleyen her gazeteci yalan söylüyordur.
Yazarlar ya propaganda yapıyorlardı veya susuyorlardı veya fiilen savaşa
katılıyorlardı."
(...)
Sayfa 255:
Örneğin savaş
zamanında bağımsız gazetecilik yapabilmişler mi? Maalesef yapamamışlar. İster
istemez sistemin bir parçası olmuşlar. Sansür yetkililerinin izin verdiği
ölçüde görev yapmışlardır.
(…)
Sayfa 255-256-257:
Dünyanın en
ünlü ajanslarından biri Associated Press.
Dünyada
yaşayan insanların yaklaşık yarısının her gün Associated Press kaynaklı bir haberi
okuduğu veya gördüğü söyleniyor.
7 Mayıs 1945 tarihinde Almanlar, Fransa’nın Reims
şehrindeki küçük bir okulda Müttefiklere teslim oluyorlar.
Bu önemli
haberi dünyaya duyurmak gerekir.
Ancak sansür
makamları buna henüz izin vermiyorlar.
Çünkü Reims’teki
teslim töreninde savaşın galiplerinden Sovyetler Birliği’nin temsilcileri
yoktur.
16 gazeteci
Reims’e bu tarihi ana şahit olmak için götürülür.
Hepsi
sansürün bu yasağına uyarlar.
Biri hariç!
AP’nin Paris temsilcisi Edward Kennedy.
1851 yılında
Berlin’de kurulan Reuters Haber Ajansı’nın tarihinde uyulmasına özen
gösterilen bazı ilkeler var.
Örneğin Reuters hiçbir zaman terörist kelimesini kullanmamakla ünlü.
Ama
uygulamada bu ilkeden sapmalar olduğu görülüyor.
Örneğin 1995
yılında Oklahoma’daki bombalama olayında ve 2001 yılında New York’taki ikiz
kulelere saldırı düzenlendiğinde ajans “terör” kelimesini kullanmış.
7 Temmuz 2005
tarihinde Londra’daki bombalama olayında da bu kelime kullanılmış.
(...)
Sayfa 262
1947
yılında İngiltere Dışişleri Bakanlığı tarafından yazılan bir tutum belgesi,
Batı'nın büyük devletleri açısında nelerin hedeflendiğine ışık tutuyor. Orada
şöyle deniliyor:
"Uluslararası
ilişkilerde güvenlik ve stratejik çıkarlarımızın en iyi şekilde korunabilmesi
için, 'Acil Polis İstasyonları' yerleştirmeliyiz.
Bu istasyonlardan bir Kuveyt'te olabilir. Oradan İran'ın güney'ine, Suudi
Arabistan'a ve Basra Körfezi'ni kontrol edebiliriz.”
(...)
Sayfa 267:
Buna
karşılık Truman
da McCarthy'den söz ederken onun
Sovyetler'e bilmeden hizmet ettiğini ileri sürerek, "McCarthy Kremlin'in en büyük
kazancıdır", diyordu ve onun Amerikan dış politikasını sabote
ettiğini söylüyordu.
(…)
Sayfa 269-270-271:
İşin ilginç
tarafı McCarthy’nin, Kennedy ailesiyle yakın ilişkiler içinde olmasıydı.
Başkan Kennedy’nin babası Joseph P. Kennedy de şiddetli
bir komünizm düşmanıydı ve McCarthy’yi sık sık evine davet ederek ona
yakınlık gösteriyordu.
McCarthy döneminde Amerika’nın en ünlü düşünür,
yazar ve sanatçıları zulme uğradılar, işlerini kaybettiler, ülkeyi terk etmek
zorunda kaldılar.
McCarthyzm döneminde kara listeye alınan ve
çeşitli sıkıntılar çeken bazı ünlü şahsiyetler arasında şu isimler de vardı:
Leonard
Bernstein, Bertolt Brecht, Luis Buñuel, Charlie Chaplin, Aaron Copland, Jules
Dassin, Albert Einstein, Danny Kaye, Otto Klemperer, Thomas Mann, Arthur
Miller, j. Robert Oppenheimer, Edwrd G. Robinson, Pete Seeger, William L.
Shirer, Orson Welles.
Liste böyle
uzayıp gidiyor.
Günümüzün
deyimiyle McCarthy Amerika’nın kurumlarına ve aydınlarına kumpas kurmuştu.
“Unutmayalım ki, biz bu ülkede korkak insanların mirasçıları değiliz. McCarthy’nin sözleri müttefiklerimizi
rahatsız etti. Düşmanlarımızı rahatlattı. Bütün kabahat McCarthy’nin mi? Hayır! McCarthy toplumdaki korku duygusunu
başarıyla istismar etti.”
İşte
Murrow cesur bir gazetecinin ülkede en
çok korkulan adam karşısında dik bir duruş sergileyebileceğini gösterdi.
(…)
Sayfa 272:
McCarthy 1957 yılının mayıs ayında
öldü. Ertesi gün İngiliz gazetesi New Chronicle "Şimdi Amerika daha temizdir" diye başlık attı. Amerikan
milletine utanç veren bir dönem sona ermişti.
(...)
Sayfa 276:
Soğuk
Savaş yıllarında Çekoslavakya İstihbarat Servisi Yanıltıcı Propaganda Başkan
Yardımcısı Ladislav Bittman, 1980
yılında Batı'ya iltica ettikten sonra Amerikan Kongresi'nin İstihbarat
Komitesi'ne bilgi verirken şunları söyledi:
"Sovyet
Bloğu'nun istihbarat dosyalarını açmak imkanınız olsa, Batı ülkelerindeki
istihbarat ajanlarının çoğunun gazeteciler olduğunu görürsünüz. Batı'daki
gazetelere sızan çok sayıda ajan vardır."
(...)
Sayfa 279:
John Kennedy, 1960 yılında başkanlığa seçilince USIA’nın çalışmalarına büyük önem
verdi.
Bu ajansın
başına saygın bir gazeteci olarak tanınan ve McCarthy’yi eleştirmekle ün yapan Edward R. Murrow getirildi.
(...)
Sayfa 280:
Kennedy, 1961 yılında Reklamcılar Derneği'nin New York'taki
Waldorf Astoria Oteli'nde düzenlediği yemekte yaptığı bir konuşmada şunları
söylüyordu:
"1851
yılında New York Herald Tribune Gazetesi'nin
Londra Temsilciliği'nde pek de göze çarpmayan bir gazeteci çalışıyordu. Bu
gazetecinin adı Karl Marx'tı. Marx'ın çok düşük olan ücretini artırmak için yaptığı
girişimler gazetesi tarafından reddedilince, o da Herald
Tribune'den ayrıldı; bütün zamanını ve enerjisini kendi ideolojisini
geliştirmeye ve yaymaya harcadı. İşte daha sonra Leninizm'e, Bolşevik
Devrimi'ne, Stalinizm'e ve Soğuk Savaş'a yol açan gelişmelerin başında böyle
bir gazetecilik hikayesi yer alıyor."
(…)
Sayfa 283-284:
ICA’nın adı yeniden USIA oldu.
Amerikan
halkına dünya hakkında bilgi verme görevinden vazgeçildi.
Reagan USIA’nı yeniden
Soğuk Savaş’ın taarruz silahlarından biri haline getirmeye çalıştı.
USIA 1983 yılında kurulan Özel Planlama Grubu (SPG) ile yakın işbirliğine gitti.
SPG, yeniden yapılandırılan “Demokrasi Projesi”nin arkasındaki
kuruluştu ve Reagan yönetimince güç kazandırılan National Endowment for Democracy (NED) adlı örgütün yönlendiricisiydi.
Amerika’nın
eski Dışişleri bakanlarından Madeleine Albright USIA’nı dünyanın
en etkili karşı propaganda örgütlerinden biri olarak nitelendirmişti.
Başkan Clinton USIA’nı Amerika’nın elindeki “en etkili
dış politika aracı” olarak tanımlıyordu.
Clinton, 1994 yılında askeri olmayan bütün propaganda çalışmalarını USIA’nın
denetiminde tek bir çatı altında topladı.
Bu yeni örgütlenme döneminde dünyada serbest ticaretin yaygınlaştırılması
savunulacak ve NATO’nun genişlemesine destek verilecekti.
1999 yılının Ekim ayında USIA kapatıldı.
Onun görevleri bir kere daha Dışişleri Bakanlığı’na devredildi.
Dışişleri
Bakanlığı bütün dünyadaki propaganda çalışmalarını ama acaba kendi bilgilerini
koruyabilecek miydi?
Bu pek mümkün
olamadı ve Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın ve diğer bazı önemli istihbarat
kuruluşlarının çok sayıda belgesi dünya basınına sızdırıldı.
(…)
Sayfa 302:
18 Nisan 1960 tarihinde CHP ve bir kısım basının
faaliyetlerini soruşturmakla görevli bir Meclis Tahkikat Komisyonu kurulmasını öngören yasa çıkarıldı.
Bu
yasanın görüşüldüğü meclis toplantısında konuşan İsmet
İnönü “Bu yolda giderseniz sizi ben bile kurtaramam,” dedi.
7 Mayıs günü İzmir’de bulunan Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel’in gazetecilerle yaptığı bir konuşmada
söylediklerine yayın yasağı geldi.
Bu yasağın
konulduğunu yayınlamak da yasaklandı.
(...)
Sayfa 303:
27 Mayıs'ı Türk ve Dünya Basını Nasıl Karşıladı?
"Allah'ın bugünü de varmış. Bu sabah erken
saatlerde radyoyu dinlerken dünyalar benim oldu. 1908 Hürriyet Bayramı'nın
zinde havasını yeniden teneffüs ettim."
(Ahmet Emin Yalman, Vatan)
"Türk Ordusu'nun bu müdahalesine bir tek isim
verilebilir: Gülen İhtilal. Geçtiği her yerde insan hak ve hürriyetlerinin
boyunları bükülmüşken suya kavuşan çiçekler gibi doğruldukları görülüyor."
(Bedii Faik, Dünya)
"Türk Ordusu bütün dünyanın hayranlığını çekecek
kadar başarılı, medeni ve meşru bir ihtilal hareketine görülmemiş bir süratle
bütün yurtta zafere ulaştırdı. Türk Milleti bu sınavda da başarı kazandıktan
sonra Türkiye topraklarından demokrasinin kökleri bir daha
sökülmeyecektir."
(Bülent Ecevit, Ulus)
(…)
Sayfa 304:
27 Mayıs sabahı erken saatlerde radyoda
konuşan Alpaslan Türkeş “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız,” diyerek Batı
dünyasından kopulmayacağının işaretini veriyordu.
Türkeş’in 1948
yılında Amerika’da kontrgerilla eğitimi alan 16 subaydan biri olması, öyle
anlaşılıyor ki, Amerikalılar’a güven vermişti.
(...)
Sayfa 304:
Değerli
gazeteci Nur Batur, Amerikan Hükümeti'nin
gizlilik kararını kaldırdığı birkaç telgrafa ulaştı. O telgraflarda
belirtildiğine göre, 24 Mayıs günü Washington'da yapılan Ulusal
Güvenlik Konseyi Toplantısı'nda CIA Başkanı Allen
Dulles şöyle diyordu:
"Ordu
ile polis arasında düşmanlık, kin ve husumet oluştu. Ordu ikiye bölündü. Durum
daha da kötüleşebilir ve ordu yönetime el koyabilir."
(…)
Sayfa 306-307:
Türkiye’deki askeri
yönetimin de Amerika’dan beklentileri vardı.
Bunlardan biri, silahlı
kuvvetlerden 235’i general ve amiral olmak üzere 35.000 subayın zorunlu olarak
emekliye ayrılmasının mali yükünü karşılamak üzere Amerika’nın yardımda
bulunmasıydı.
Amerika bunu kabul etti.
Amerikan
basını Menderes’in kansız bir darbeyle
görevden uzaklaştırılmasından memnun görünüyor.
Gürsel’in geçici olarak hükümet başkanlığına getirilmiş
olmasını İstanbul’da 200.000 kişinin dans ederek karşıladığı Amerikan basınında
yer alan haberler arasında.
İhtilali
değerlendiren yorumlar arasında Menderes’e
yönelik eleştiriler de var.
Onun
Türkiye’nin sanayileşmesinde önemli bir rol oynadığı kabul edilmekle birlikte,
son zamanlarda izlediği ekonomik politikaların Türkiye’yi iflasın eşiğine
getirdiği belirtiliyor.
(...)
Sayfa 307:
Aslında Amerikan belgelerine göre, ihtilal'in
ikinci günü Gürsel'in Amerikan Büyükelçisi'nden aybaşında memur maaşlarının ödenebilmesi için
100 milyon dolar kredi istemesi bu iddiaları güçlendiriyor. Amerikan basını da 1946 ile 1959 yılı arasında Türkiye'ye 3 milyar dolar kredi verildiğini hatırlatıyor ve bu kredilerin pek de
yerinde kullanılmadığını ima ediyor.
(...)
Sayfa 309:
Yanlışlıklar bununla da kalmadı. Milli Birlik
Komitesi, 235'i general ve amiral olmak üzere yaklaşık 7 bin subayın görevine
son verdi. Bunun anlamı neydi? Bunlar suç mu işlemişlerdi? Öyleyse niçin
yargılanmadan cezalandırılmışlardı? Acaba, ihtilal, evvelce Fransa'da olduğu
gibi kendi evlatlarını mı yiyordu?
(...)
Sayfa 310:
Menderes ülkedeki tehlikeli gidişi görüp bir erken seçim
kararı alsaydı, bütün bu üzüntü verici gelişmeler yaşanır mıydı?
(...)
Sayfa 312:
1971 yılında askerler bir muhtıra vererek
hükümetin değiştirilmesini istediler.
(...)
Sayfa 312:
Demokratik reformlar yapmayı planlayan Genel Sekreter Bülent Ecevit, "Bu darbe bana karşı yapılmıştır"
diyordu.
(...)
Sayfa 313:
Özetle 1971 darbesi ülkeye istikrar
getirmedi. 1980 yılına kadar ülke giderek artan siyasi çekişmeler ve toplumsal
olaylarla karşı karşıya kaldı. Ekonomi 70 sente muhtaç hale geldi.
(…)
Sayfa 314:
12 Eylül’den sonraki gelişmeler Amerika’yı rahatsız
edecek yönde olmadı.
Almanya, Japonya ve IMF, Türkiye’ye büyük sayılabilecek krediler
verdiler.
12 Eylül yönetiminin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı görevine
getirdiği Turgut Özal, “Bir
güvenlik ve itimat havasının yaratılmasından dolayı başarının çoğu askeri
hükümete aittir,” diyordu.
(...)
Sayfa 330:
1983 yılında Başkan Reagan’ın temsilcisi olarak Bağdat’a giden Donald Rumsfeld’in verdiği mesaj bir dostluk mesajı gibi algılanmıştı.
(…)
Sayfa 333:
Başkan Bush’un o zamanki Ulusal Güvenlik Konseyi Danışmanı Condoleeza Rice, 8
Ekim 2001 tarihinde altı önemli gazete kuruluşunun patronlarıyla yaptığı
telekonferansta, onları Usame bin Ladin tarafından doldurulan kasetlerin
yayınlanmamasına ikna etti.
(…)
Sayfa 334:
O zamanki ABD Savunma Bakanı Robert Gates 2014 yılının Ocak ayında yayınlanan
anılarında, Türkiye’nin 2009 yılının Şubat ayında Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı
başlattığı kara harekatını engellemek için Türk Hükümeti nezdinde yaptığı
ısrarlı girişimleri açıkça yazıyor ve dört kere uyarıda bulunduktan sonra Türk
Hükümeti’nin mesajı aldığını yazıyordu.
(…)
Sayfa 344:
Üstelik
Kongo’daki çatışma alanlarında zengin bakır, kalay, altın, elmas, kobalt ve cep
telefonlarında kullanılan koltan madeni vardı.
(…)
Sayfa 345:
Sonunda
NATO’nun müdahalesi başarılı oldu ve Kosovalılar özgürlüklerine kavuşturuldu.
NATO hiçbir
kara kuvveti kullanmadan, sadece Hava Kuvvetleri’yle sonuç almıştı.
Hiçbir asker
kaybedilmemişti.
Newsweek’in 14 Haziran 1999 tarihli sayısındaki
başlık şöyleydi: “Bedel ödenerek kazanılan zafer.”
(…)
Sayfa 349:
Doğu ve Batı
Almanya’nın birleştirilmesinden sonra Doğu Alman silahlı kuvvetlerine ait pek
çok askeri malzeme federal hükümetin eline geçmişti.
Bir bölümü
Almanya’nın NATO kapsamında öteden beri yaptığı askeri yardım çerçevesinde
Türkiye’ye verildi.
(…)
Sayfa 358:
Herkesin
bildiği gerçek, Washington’daki en güçlü lobinin Amerikan Hükümeti olduğudur.
(…)
Sayfa 366-367:
Yeni hükümetin başbakanı Mesut Yılmaz, meclis kürsüsünden eski hükümeti eleştirdi.
O hükümet
Kardak konusunda yanlış iş yapmıştı ve bürokratların etkisi altına girerek
gereksiz bir risk almıştı.
Bu sözler,
Kardak krizi sırasında görevde olan hükümetin Dışişleri Bakanı Deniz Baykal’ın yaptığı etkili bir konuşmayla cevaplandırıldı.
Roma’da
dışişleri yetkilileri, talebimize rağmen o hukukçuyu karşımıza çıkarmadılar.
“Biz
Mussolini dönemini hiçbir şekilde savunmayız. Kaldı ki İtalyan Hükümeti’nin
Kardak’ın Yunanistan’a ait olduğu yolunda bir görüşü de yoktur.” dediler.
(...)
Sayfa 375:
Bugün
dünyada 4 milyar radyo, 1.4 milyar televizyon alıcısı bulunmaktadır. Başlıca
televizyon ve radyo yayınları internetten de verilmektedir. 7 milyarlık dünya
nüfusunun yüzde 35'i yani 2.4 milyar kişinin internet bağlantısı bulunmaktadır.
Sadece Amerika'nın etkili yayın kuruluşu CNN'in Twitter hesabına abone
olanların sayısı 11.7 milyon kişidir.
(…)
Sayfa 382:
Ancak
Amerika’nın o sırada böyle gerekçeleri dinleyecek hali yoktu.
Türk
Hükümeti’nin verdiği bir vaat yerine getirilmemişti. Ve Amerika buna karşı
tepkiliydi.
Üstelik
onlar, meclisin bu kararından askerleri sorumlu tutuyorlardı.
ABD Savunma Bakan
Yardımcısı Paul
Wolfowitz, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni “Meclise liderlik yapmadığı
için” eleştiriyordu.
(…)
Sayfa 390:
Hitler diyor ki, “Söylenen yalan o kadar büyük olmalı ki, hiç kimsenin aklına bu
kadar büyük bir yalan uydurulabileceği gelmemeli.”
(…)
Sayfa 403:
İsrail Merkez Komutanlığı, Kibya köyüne saldırılmasını ve orada yaşayan
herkesin öldürülmesini emretmişti.
Daha sonra başbakanlığa kadar yükselecek olan Binbaşı Ariel Şaron, bu emri
yerine getirmekle görevliydi.
Bu insanlık
dışı saldırı duyulunca İsrail’e karşı bütün dünyada daha önce görülmemiş bir
tepki ve protesto hareketi oluştu.
(…)
Sayfa 423:
Gazetecileri şu veya bu yöntemle elde ederek, onlara yön vermeye çalışma
girişimlerinin tarihi çok eskiye gidiyor.
Dünyada bunun
bilinen örneklerinden biri Bismarck döneminde Almanya’nın uyguladığı
yöntemdir.
Almanya’nın “Demir Başbakanı” Otto von Bismarck, gazetelerin genel yayın
müdürlerini rüşvet vererek elde etmek için bir fon kurmuştu.
(…)
Sayfa 438:
Berlusconi yayın hayatına atıldıktan beş yıl sonra 58.3
milyon dolarlık bir servete sahip oldu.
Daha sonra Mediaset adlı yayın kuruluşunu kurdu ve Milan kulübünü satın
aldı.
Kısa zamanda serveti 6.2 milyar dolara ulaştı.
Forbes dergisine göre Berlusconi artık dünyanın en zengin 194. kişisiydi.
Elindeki basın gücünün de etkisiyle dünyanın en etkileyici 12. şahsiyeti
sayılıyordu.
(…)
Sayfa 440:
Murdoch İngiliz basın sektöründe güçlü bir yer edindi.
Onun sahibi olduğu The Sun gazetesinin
tirajı 1967 yılında 10 milyona ulaştı.
Murdoch İngiltere’nin iç siyasetinde de etkili olmaya
başladı.
1980’li ve 1990’lı yıllarda Başbakan Margaret Thatcher’e destek verdi.
Onun döneminin kapanmasından sonra bu defa Tony Blair’in İşçi Partisi’nin
yanında yer aldı.
Murdoch Avustralya’da olduğu gibi İngiltere’de de siyasi
eğilimlerini değiştirmekle tanınıyordu.
Tony Blair’i desteklemekten vazgeçip David Cameron’ın
Muhafazakar Partisi’nin yanında yer aldı.
İskoçya’da ise Murdoch’un gazeteleri bağımsızlıkçı İskoç Ulusal Partisi’ne destek
vermeye başladı.
(…)
Sayfa 449:
Örneğin ABD’nin, bütün
Ortadoğu ülkelerini demokratikleştirme iddiasıyla ortaya attığı “Büyük Ortadoğu
Projesi”nin metninde laiklikten tek bir kelimeyle dahi söz edilmemekteydi.
(…)
Sayfa 453:
Sonunda
gazetenin sahibi, 2001 yılında Almanya’da bizzat Cumhurbaşkanı Johannes Rau tarafından kabul edildi.
Bu görüşmede Hürriyet gazetesinin Alman Hükümeti’ni
eleştiren yayınlarının da ele alındığı ifade ediliyor.
Bir süre
sonra gazetenin Almanya sorumlusu Ertuğ Karakullukçu’nun görevinden istifa ettiğini öğrendik.
Gazetenin
yalnız yöneticisi değil, havası da kısa süre içinde değişti.
Tirajı büyük
ölçüde düştü.
(…)
Sayfa 455-456:
Esasen
ayaklanmaları bastırmak 1924 Anayasası’yla cumhurbaşkanına verilmiş bir
görevdi.
O
anayasanın 38. Maddesine göre cumhurbaşkanlarının mecliste okudukları yemin
metninde şu cümle de yer alıyordu:
“Türk Devleti’ne yönelecek
her tehlikeyi en son şiddetle önleyeceğim.”
(…)
Sayfa 467:
Basın adeta
bu davaların bir parçası olmuştu.
Neredeyse her
gece televizyon ekranları bir mahkeme haline getiriliyor, şiddetli tartışmalara
sahne oluyordu.
Meselenin
uluslararası boyutuna değinen pek yoktu.
Son yıllarda
Türkiye’de yaşanan bazı gelişmeler büyük devletleri memnun etmemişti.
1 Mart
tezkeresinin mecliste kabul edilmemesi, Türkiye’yle Amerika arasında Dubai’de
imzalanan anlaşmanın muhalefetin itirazları nedeniyle onay için meclise
sunulamaması, Ermeni protokollerinin aynı şekilde engellenmesi, 2005 yılında
AB’yle imzalanan belgenin onay için meclise getirilememesi, Patrikhane’nin
taleplerinin bir türlü karşılanamaması bu devletleri çok rahatsız ediyordu.
Onlar 1 Mart tezkeresinin meclisten çevrilmesinden askerleri sorumlu
tutuyorlardı.
...
Nokta.
28 Mart 2017
Hayrullah Mahmud