Doctor, Ioan Stefan Botis,
Romanya – Y.Boya, kanvas
AKP, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en popülist iktidarıdır desek, sanıyorum pek de abartmış olmayız. Popülist derken bizdeki “halkçı” kavramını değil, daha çok halk istismarcılığını ve dalkavukluğunu kast ediyorum.
Gerçekten de AKP iktidarının kurulmasında en alttaki toplum kesimlerinin acil ihtiyaçlarının istismarı önemli bir yere sahip oldu. Yıllarca en temel gereksinimleri bile karşılanmayan, devletin hiç bir hizmetinden doğru düzgün yararlanamayan yoksullar, yaşamlarında meydana gelen en küçük iyileşmeyi bile AKP’nin bir lütfu olarak gördüler. En temel ihtiyaç alanları olarak eğitim ve sağlık AKP tarafından muazzam bir kitlesel güce ulaşabilmek için sistemli olarak kullanıldı. Okul kitapları ücretsiz dağıtılırken devlet okullarındaki eğitim kalitesi alabildiğine geriledi, okullaşma oranı düştü. Hastaneler ücretsiz hale gelmişti ama pek çok sağlık hizmeti artık “kapsam dışı” ya da özel prosedüre bağlıydı, kamu hastaneleri birçok hizmeti özel sektöre devretmişti, ilaç katkısı, fark ücreti adı altında yepyeni ücretlendirme mekanizmaları kurulmuştu.
Devletin zaten asli görevi olan hizmetler AKP tarafından gerçekleştirilen mucizelermiş gibi sunuldu. Gerçekten de halk bugüne dek bu tür “hizmetler” görmemişti. AKP’nin söylemi “bazı şer odaklarına rağmen halka hizmet ediyoruz” şeklinde kurulmuştu. Bu şer odakları en çok “cehape zihniyeti”, “solcular”, “darbeciler” şeklinde ifade buldu ama daha spesifik olarak tanımlandığı da oldu. Sağlık alanı buna en güzel örnektir, AKP, “doktorlara rağmen” halka sağlık hizmeti götürdüğünü propaganda etti. Bizzat başkan babanın ağzından doktorlar halka sağlık hizmeti verilmesini engelleyen unsurlar olarak nitelendi.
Bu söylemin, tıp alanının gerçeklerini bir yana ittiği, toplumdaki kıskançlık ve öfke hislerini tahrik ederek sonunda tüm sağlık çalışanlarını hedef haline getirdiği açık. Buna “sağlıkta dönüşüm” adı verilen piyasacı adımlar ve partizanca idari düzenlemeler de eklenince doktorlar önce çalışma güvenliklerini, ardından mesleki bağımsızlıklarını, iş güvencelerini ve en nihayetinde can güvenliklerini bile kaybettiler. Gerçekten de bugün doktorluk, eskiye kıyasla çok daha meşakkatli, emek sömürüsünün çok daha yoğun bir hal aldığı, büyük oranda yasal güvenceden mahrum çileli bir meslek haline dönüştü.
İcraatları en çok AKP’ye yarayan bir Tabipler Birliği
Peki bu sırada Türkiye’deki tüm doktorları temsil eden meslek örgütü TTB ne yaptı? Hiçbir şey yapmadı diyemeyiz, bir şeyler yaptı ama yaptıkları daha çok karşı tarafın işine yarayacak hamlelerdi.
AKP, zorunlu hizmet düzenlemesini gündeme getirdiğinde, Tabipler Birliği buna karşı çıktı. İtiraz argümanları kesinlikle haklıydı: alet edavatı olmayan, yeterli personel ve teknik destekten mahrum sağlık kuruluşlarında uzman hekim görevlendirmenin ne tür bir faydası olabilirdi? Ancak TTB ile hükümet arasındaki tartışmada kazanan taraf hükümet oldu, AKP’nin mesajı şuydu: halka hizmet vermemek için ayak direyen doktorları dize getirdik! Halk TTB’ye inanmamıştı. Neden biliyor musunuz? Çünkü ortada yakıcı bir sorun vardı, ülkenin pek çok beldesinde hekim eksikliği yaşanıyordu ve doktorların örgütü TTB o güne dek bu sorun karşısında net tavır almamış, bu sorunu çözmek için hiçbir ciddi girişimde bulunmamıştı. Zorunlu hizmete karşı pek çok iptal davası açan TTB, aynı performansı sorunun kendisini çözmek için göstermedi. Oysa çok basit bir kaç eylemle halkın desteğini almak, devletin hekimlere dayattığı zorunluluğu en aza indirmek mümkündü. Anımsıyorum, o dönemde “halka zorunlu değil gönüllü hizmet” diye bir çalışma başlatmaya kalkan sol görüşlü bir grup doktora oda, adeta vebalı muamelesi yapmıştı. TTB bu problem karşısında mahkemeler yoluyla direnmek dışında hiçbir şey yapmadı, halka temas etmek, meslektaşları için güç toplamak adına hiçbir proje geliştirmedi. Sanırım bu olay AKP’nin doktorları düşmanlaştırmak adına elde ettiği ilk büyük başarı oldu.
Ardından tam gün yasası gündeme geldi. Hükümet, kamunun doktorlarının sadece kamuda hizmet vermesini, aynı anda özel kurumlarda çalışmamasını istiyordu. AKP bu yasayı uygulamaya koyarken hep yüksek paralar kazanan doktorları örnek gösterdi. Oysa gerçekte Türkiye’deki 135 bin doktorun önemli bir bölümü zaten son derece zor koşullarda tam günden bile fazla çalışmak zorundaydı. Özel hastanelerde sermaye konsolidasyonu en üst seviyeye ulaşmış, doktorların artık orta düzey bir teknik eleman kadar bile hakkı kalmamıştı. Pratisyen hekimler, asistanlar, özel hastanelerde “götürü” usulle veya “parça başı” çalışan uzmanlar, zaten boğazlarına kadar mesleki riske ve mesai yüküne batmış durumdaydılar. TTB ise bu sorunlara sahip çıkıp tam gün yasasına bu perspektiften bakmak yerine, astronomik paralar kazanan küçük bir azınlığın sesi olmayı tercih etti. Sonuç yine, doktorlar açısından hüsran oldu. AKP, tam gün yasasını “darbeci doktorlara rağmen” halka gösterdiği bir lütuf olarak pazarlamayı başardı. Bu süreçte koskoca bir meslek camiası bir bütün olarak halk düşmanı ilan edildi, şeytanlaştırıldı. TTB yönetimi ise bu durumun farkında değilmiş gibi hareket etmeye, tam da AKP’nin tarif ettiği “paragöz doktor” profilini çizmeye devam etti.
Sıradan insanların bile tüm çıplaklığı ile görebildiği bu hatalar sadece TTB’nin başarısızlığı olarak kalmadı, halk nezdinde doktorların itibarının zedelenmesine yol açtı, AKP demogojisi yüzünden zaten hedef haline gelen doktorların çalışma koşulları bir kat daha zorlaştı.
Hekim hakları konusunda piyasacı reflekslerden kurtulamayan TTB siyasi tavrıyla da kendi kendini itibarsızlaştırmaya devam etti. Bugün TTB merkez yönetiminin ve İstanbul Tabip Odası’nın büyük oranda etnikçi Kürt siyasetine angaje olduğunu bilmeyen kalmadı. PKK tarafından öldürülen bir meslektaşı için bile doğru düzgün ses çıkaramayan, açıkça “PKK’yi kınıyorum” bile diyemeyen, tüm siyasi tavrını artık neredeyse PKK’nin savaş stratejisi haline gelmiş olan içi boş barış söylemi üzerine kuran bir yönetim nasıl inandırıcı olabilir? (*)
En baştaki sorumuza dönelim, doktorlar için bir kurtuluş mümkün mü? Eski sloganı anımsayın “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz”. Doktorların kurtuluşu halkın kurtuluşundan bağımsız bir şey değil. Doktorların refahının artması halkın daha kaliteli hizmet almasından, refahının yükselmesinden bağımsız bir şey değil. Bunun için doktor meslek örgütlerine düşen ilk iş hekimlerle halkın arasındaki uçurumu kapatmak olmalı. Çünkü,iktidarın hoyratça baskılarına ancak toplum nezdinde eski saygınlığına kavuşmuş bir tıp camiası göğüs gerebilir. Bunun yolu ise toplumcu sağlık politikaları için çalışmaktan, aynı anda hem doktorların hem halkın çıkarlarını koruyan işler yapmaktan geçiyor. Bugünkü TTB yönetimi ise maalesef tıpkı kendine “solcu” deyip aslında piyasacı veya etnikçi olan partilere benziyor.
Tabip odalarının seçim süreci başladı. Bu hafta sonu İstanbul Tabip Odası yönetimi için de seçim yapılacak. Seçimlerde mevcut yönetimi temsil eden Demokratik Katılım Grubu dışında Cumhuriyetçi Hekimler ve Toplumcu Hekimler adında iki grup daha var. Her üç grupta da çok saygın hekimlerin var olduğu açık, ama seçim bildirilerini ve eleştirilerini okuyunca gönlümüz Toplumcu Hekimler’den yana meylediyor. Zor bir yola çıktıklarını, tıpkı siyaset sahnesinde solculara yapıldığı gibi oyları bölmekle, bozgunculukla falan suçlanacaklarını tahmin edebiliyorum. Ancak öte yandan, bildirilerini tarafsız bir gözle okuyacak pek çok hekimin onlara destek vereceğini kestirmek de güç değil. Ortaya koydukları toplumcu sağlık prespektifinin hekimlik mesleğinin en meşakkatli alanlarında çalışan sayısız doktorun hislerine tercüman olacağına eminim. En uzun yürüyüş bile bir adımla başlar, halkın sağlığı için çıktıkları yolda bahtları açık olsun.
— o —
(*) TTB, geçtiğimiz yıl PKK tarafından öldürülen Dr. Abdullah Biroğlu’un ardından ilk yayınladığı mesajda PKK’nin adını bile anmamıştı. Yayınlanan ikinci mesajda PKK adı geçti ancak şu meşhur cümle eşliğinde “kimden gelirse gelsin, başta meslektaşımız Dr. Abdullah Biroğul olmak üzere sağlık çalışanlarına ve sivillere yönelik tüm saldırıları ve cinayetleri, şiddeti faillerine bakmaksızın, amasız, ancaksız dün olduğu gibi bugün de hiç tereddüt etmeksizin nefretle kınıyoruz.” Burada “faillerine bakmasızın” sözü gerçekten ibretliktir. Türkiye’de yol kesip araç tarayarak doktor öldüren PKK’den başka hangi fail vardır ki “faillere bakmadan” kınama yapma gereği hissedilmektedir? Mealen, PKK doğrudan kınanmadı, pusu kurarak doktor öldüren, yardıma gelen ambulansa geçiş vermeyen profesyonel katiller, klinikte doktora yumruk atmaya kalkan bir hasta yakını ile aynı derekeye indirildi. Bu vakada TTB’nin geliştirdiği söylem yıllardır memleketi esir alan etnikçi liberal kafanın en utanç verici örneklerinden biridir.
Deli Gaffar
22.04.2016