10 Nisan 2016 Pazar

Metere quod seminas*


19 Ekim 2014 günü bu köşede yine Latince başlıklı bir yazı kaleme almıştım. “Securitas Populi est Suprema Lex”, (Halkın güvenliği temel kanundur) Balyoz kumpası sonucu kaldığımız Silivri Cezaevi’nden çıkalı tam 4 ay olmuştu. Henüz sistematik canlı bomba vahşeti başlamamıştı. Sonuçları ile ulusal çıkarlarımızı alt üst edecek Rus savaş uçağının düşürülme olayı yaşanmamış, Suriye’de Rusya ile karşı karşıya gelmemiştik. NATO gemileri yasadışı göçü önleme bahanesi ile Ege Denizi’nde ve karasularımızda cirit atmıyordu. Kıbrıs müzakerelerinde Türk tarafı henüz Rum tarafı ağzı ile konuşmaya başlamamıştı. Karadeniz’de her şeye rağmen istikrar devem ediyor, en azından BLACSEAFOR ve Karadeniz Uyumu Harekatı faaliyetlerine devam ediyordu. Emperyalizmin istihbarat örgütleri henüz Türkiye’de kitlesel terör saldırıları orkestrasyonuna başlamamıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 24 Temmuz 2015’de başlatacağı PKK terörü ile topyekûn savaşa henüz 9 ay vardı.

ZOR ZAMANLAR

Türkiye kumpas davaların başladığı 2008 yılından sonra adım adım bu noktaya getirildi. Maalesef iktidar partisi kurulan jeopolitik tuzağın çok geç fakına varabildi. Şu an Ortadoğu 1948, 1967 ve 73 Arap-İsrail Savaşlarının yaşandığı dönem kadar karmaşık ve kanlı bir dönemden geçiyor. Türkiye her üç savaşta Ortadoğu bataklığından uzak kalabilmiş emperyalizmin tuzağına düşmemişti. Bu politika, kurucu ideolojinin bir sonucu idi. Yurtta sulh cihanda sulh ve komşuların iç işlerine müdahale etmeme prensipleri Türkiye’yi hem İkinci Dünya Savaşı’ndan hem de Soğuk Savaş’ın sıcak bölgesel çatışmalarından koruyabilmişti. Türkiye Kıbrıs, Ege ve Akdeniz gibi anavatanın doğrudan jeopolitik ve stratejik çıkarları olan alanlarda zaman zaman silahlı güç kullanma tehdidi ile krizlere müdahil olmuştu. Bunların hiç biri macera amaçlı değildi. Geçmiş hükümetler ABD’nin bizi çekmek istediği Musul Kerkük hevesleri üzerinden Ortadoğu’ya müdahil olma tuzaklarına asla düşmemişlerdi. Hele hele kurucu ideolojisi laik olan bir devlet olarak, Sünni-Şii çatışması gibi ortaçağ artığı bir savaş paradigması içine asla girmemişti.

GEÇMİŞTE MACERA ARANMADI

Özetle macera aranmamış, askeri güç ancak ve ancak hayati çıkarların korunması için saklı tutulmuştu. Örneğin Kıbrıs’ta 1974 yazında yüksek jeopolitik çıkarları nedeniyle uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını kullanmış, adaya müdahale etmiş ve onun bedelini yıllar süren ambargo ve Ermeni terörü ile ödemişti. Geçmiş devlet adamları Hava Kuvvetleri’nin neredeyse tamamının Amerikan lojistiğine; genelde silahlı kuvvetlerin akıllı mühimmat ve yedek parçada Atlantik bloğuna tam bağımlı olduğunu biliyordu. Günümüzün savaşları sadece piyade tüfeği ve süngü ile kazanılmıyor.

Bu ihtiyat politikası Özal dönemiyle terk edilmeye başlandı.

KUMPAS DAVALAR BU NOKTAYA GETİRDİ

1 Mart 2003 ABD tezkeresinin mecliste reddedilmesi bu politikaya dur demişse de, ABD bu reddin intikamını daha sonra aldı. Maalesef 2003 sonrası kurulan hükümetler küresel hegemonlar tarafından kurgulanan stratejilere uyum sağlayan politikalara onay verdiler. Bunun için kumpas davalar gerekiyordu. Balyoz toplu tutuklamalarının yapıldığı 11 Şubat 2011 gecesinden bir hafta sonra Deniz Kuvvetlerimiz Libya’nın parçalanma sürecine rekor seviyede gemiyle katıldı. Suriye’de Sünni bir rejim kurma ile Irak ve Suriye’de bağımsız Kürt devleti yapılanması ve ayrıca Türkiye’de açılım süreci adı altında su ve GAP toprakları zengini güneydoğu Anadolu bölgemizin ulus devletten kopuş sürecinin köşe taşları aynı yıllarda döşendi. Bu hata 25 yıl önce Birinci Körfez Savaşı sonrası Saddam’ın Kürt halkına yönelik katliamlarını bahane eden ABD ve müttefiklerine katılarak Irak’ta 32 ve 36’ncı kuzey paralelleri arası bölgede “Çekiç Güç (Provide Comfort)” harekatına izin verme hatası kadar büyüktü. Hepsinden önemlisi Hava Kuvvetlerimizin 4 Kasım 2015 günü Rus uçağını düşürmesiyle ulusal çıkarlarımız alt üst oldu. Bu olaydan kazanan tek taraf Avrupa Atlantik yapıdır. Bu dar alana sığdırmaya çalıştığım sürecin somut sonuçları artık her gün kaldırılan şehit ve terör kurbanlarının cenazelerinde yaşanıyor.

BİR CEZALANDIRMA METODU OLARAK KİTLESEL KATLİAMLAR

Ben bir terör uzmanı değilim. Ancak bazı gerçekleri görmek için nesnel gözlem yeterli olabiliyor. 11 Eylül sonrası ABD liderliğindeki hegemonyanın yeni dünya düzeni kurulmasında etkin bir araç olarak kullandığı terör, eğer intihar bombacıları ile bir ülkede toplu kıyımlara başlıyorsa bunun iki nedeni olabiliyor. Birincisi terörle küresel savaş maskesi altında hegemonya ve desteklediği koalisyonların yanında yer almayı sağlamak için kamuoylarını hazırlamak. İkincisi hegemonyanın çıkarlarına aykırı davranan devletleri sözde müttefik olsalar da cezalandırmak. Her ikisi için de altyapı hazırdır. Fanatik dinciler ya da mikro milliyetçiler canlı bomba adayları olarak mevcutlar. Silah ve cephane ise ABD’nin Afganistan, Irak ve Libya müdahaleleri sonrası neredeyse işportadadır. Türkiye halen ikinci nedenin sonuçlarını yaşıyor. CIA Türkiye uzmanı Henry Barkey’in Türkiye’nin PYD ve PKK karşısındaki haklı silahlı müdahalesi üzerine 15 Ekim 2015 günü söylediği üzere “Ya İstiklal Caddesinde bombalar Patlarsa” türevinden tehdit cümleleri başka nasıl izah edilebilir? (Bu makale yazılırken İstiklalde gerçekleştirilen patlamanın haberi TV kanallarına düşmeye başlamıştı.)

YENİ DURUM MUHAKEMESİ GEREKİYOR

Türkiye derhal yeni bir durum muhakemesi yapmalı, gerekirse ekonomik sonuçlarına katlanmayı, ver kurtulcuların baskısına her cephede dayanmayı göze alarak derhal kurucu ideolojinin dış ve güvenlik politikasına geri dönmelidir. Türk halkı tarihinde sömürge olmamış ve egemenliğini yitirmemiştir. (Aklını ise asla.) Aksi takdirde hegemonların satranç tahtasında piyonluktan kurtulamayacak, sadece bu nesiller değil gelecek kuşaklar da acı çekmeye devam edecektir.



* Ne ekersen onu biçersin.

Amiral Cem GÜRDENİZ
Aydınlık / 20.03.2016